Pandeminin pek az olan faydalarından biri (en azından benim için) herkesin erişimine açık dijital arşivlerle uzun süre ve odaklanarak zaman geçirebilmem oldu. Bu çerçevede, Sakıp Sabancı Müzesi'nin dijital portalı olan DigitalSSM'deki Abidin Dino arşivinde dolaşırken iki ilginç evrakla karşılaştım. Bunlardan ilki Melih Cevdet Anday'ın Abidin Dino'ya gönderdiği bir mektup, diğeri ise yayımlanmayan ama sonradan toplu yazıların olduğu kitapta yer alan bir yazı ("Sanatta Yerlilik Üstüne", Kültür, Sanat ve Politika Üstüne Yazılar isimli kitapta var) oldu. El yazısıyla yazılan bu metnin sonradan "çözülerek" (okunaklı bir yazı olduğunu söylemek mümkün değil) daktiloya çekilmesi ve hatta yeni bir başlık verilmesi tesadüfî değildi belli ki. Üstüne titizlikle düşünüldüğü belli olan bu metnin hangi nedenlerle yayımlandığını bilemem ama üstüne düşünülmesi gerektiğini de reddedemem. Dino'nun 1938 ile 1993 arasında yazdığı yazıları derleyen ve yayına hazırlayan Turgut Çeviker haklı olarak, yukarda zikrettiğim "yerlilik" vurgusunu başlığa taşımış. Ama mesele burada bitmiyor. İlk kuşak Cumhuriyet entelektüellerinin şekillendirdiği birçok tartışma sonlanamadığı gibi, sonlanacağa da benzemiyor. Üslupçuluğu su götürmez bir yazar (tabii ki sadece bir yazar değil, aynı zamanda müthiş bir polemikçi, mükemmel bir ressam, velhâsıl çok donanımlı bir sanat düşünürü) olan Abidin Dino yazıya bir Âşık Veysel alıntısıyla başlıyor: "Şeer uşağının eline geçince bizim havalar, ne kuyruk kalıyor ne kanat!" Veysel, modernleştirilen türkülerin başına gelenleri kastediyor tabii ki. Mâlum mesele tekrar ortaya çıkıyor, geleneksel malzemelerle nasıl "modern" bir sanat yapılabilir?
İlk kuşağın bu sorusu hâlen geçerli ama artık ilk kuşak ortalarda yok, hayatta olanlarsa çok ileri yaştalar. Neyse, yazıyı okumaya devam edelim. Alıntıyı verdikten sonra bu sözün tartışılması gerektiğini ve bizatihî kendisinin de yaptığını yazıyor. Önce bazı örnekler veriyor:
"Adnan Saygun fena mı etti Yunus Emre Oratoryosu'nda Anadolu'dan gelme melodilerle esinlenmekte?", Ruhi Su'ya geçiyor ve yine soruyor: "Yanlış mı etti… Yitmek üzere olan melodileri derleyip yeniden canlandırıp seslendirdiyse?" Devamında, yapılanlara Oktay Rifat hariç kimsenin kızmadığını ama Rifat'ın kesinlikle karşı çıktığını, bizzat onun sözleriyle belirtiyor. "Halis şeyler halis bırakılmalı, sulandırmamamalı, bulandırmamalı…"
Rifat'a göre, hazıra konmak gibidir folklorcu tutum. Dino'nun kafası karışmış durumda, belli ki yıllar içinde kendi yaptığı işler de aklına geliyor ve kendini ve aynı yolda olduğunu düşündüğü yakın arkadaşı Bedri Rahmi'yi sorgulamaya başlıyor. Hazıra mı konmuşlardı? Alıntılıyorum:
"İster Bedri Rahmi, ister bir ölçüde ben, kilim motifleriyle az mı oynadık. İyi mi oldu? Doğrusunu isterseniz bu konuda içim pek rahat değil…başkalarının biçtiği elbiseyi benimseyip giydik mi yoksa? Biliyorum, biliyorum biz onu hesapça geliştiriyorduk, çağdaş düzeye ulaştırıyor, süslüyor, püslüyorduk… Doğru mu?"
Artık yaşı kemale gelmiş, tanınan, bilinen bir sanatçının yıllar sonra kendisiyle yüzleşmesi, sanattaki bitmez tükenmez "sentez" çabalarının kolayca nasıl bir ruhî sıkıntıya yol açabileceğinin iyi bir özeti gibi. "Ta 1930 yıllardan başlayarak bizim geleneksel hat sanatına sınırsız bir hayranlık duymuşumdur. Kimi resmimde çok dolaylı yöntemlerle, hat sanatının derslerinden faydalandığım olmuştur." Hayıflanmalar devam ediyor, bir an ümitleniyor, çünkü bu konuda yalnız değil.
"Geçenlerde dostum [Erol] Akyavaş, Paris'e gelerek bir gravür atölyesinde, varolan hatlardan sevdiklerini seçerek yeni bir düzenleme içinde istif etmeyi denedi. Ustalıkla doğrusu…" Yine de ikna olamadığını sonraki satırlardan anlıyoruz. İlk kuşağın farkı tam da burada şekilleniyor çünkü. Geleneksel sanatın ustalarına yetişmişler, onların işlerini nasıl yaptıklarını sadece görmemiş, fark etmişler!
"Bir hat çekmek, bir vav kondurmak için, ustaların yumurtalı kağıt sol elde (masada değil) kamış kalem sağ elde, nasıl nefes kesip, çift hareketle, (hem sağ hem sol el kıpırdıyor), sırat köprüsünden geçer gibi tek bir harfi yarattıklarını az mı gördüm?" Tam da demek istediğim bu, bu işi sadece bir zanaat zannetmenin sanata asıl ihanet olduğunun, her iyi sanatın aynı zamanda bir zanaat de olması gerektiğinin, belki de "organik sanat/çı" gibi bir kavramla ancak tarif edebileceğimiz sanatsal pratiğin çok doğru bir ifadesi bu satırların arkaplanında saklı.
O nedenle sormaya, daha doğrusu kendini sorgulamaya devam ediyor: "Evet, ya Oktay haklıysa, ya Veysel doğruysa? Gelgelelim hangi sanatçı geçmişten faydalanmadı ki? En aşırı buluşların arkasında geçmişten bir şeyler yok mu?" Şimdi yazının başında sözünü ettiğim, dikkatimi çeken diğer evraka, Melih Cevdet Anday tarafından Dino'ya gönderilen mektuba dönebiliriz. 29 Aralık 1983'de yazılmış bu mektupta sanki yukarda sözünü ettiğim yazıya bir tür cevap var! Bir süre sonra, 1984 Yılında "Tanıdık Dünya" ismiyle yayımlanacak olan kitabındaki bir şiirden söz ediyor; yazdıklarından anlıyoruz, aslında Dino'nun okuyup okumadığını merak ediyor. Tabii ki çok edepli bir dille yazılmış bu mektup. Melih Cevdet, şiirimizde Birinci Yeni diye bilinen Garipçilerin bir üyesi olduğu gibi Abidin Dino'nun da yakın dostlarından biri. Abidin Dino için ilk kuşak diyorsak (Cumhuriyetin ilanından önce 1900-1920 arasında doğanlar), Melih Cevdet Anday için ikinci kuşağa mensup (Cumhuriyetten sonra, 1930'lar ve civarında doğanlar) ifadesi çok da yanlış olmaz. Entelektüel çevrenin ne denli dar olabileceği düşünülünce aralarında yoğun bir iletişim olduğu, benzer sosyolojik muhitler ve hatta aile bağlarından geldikleri da ortada; tamam, bazıları birbirine daha yakın, bazısı uzaktır ama neticede hem aynı çevrenin ürünü, hem de sonucudur. İkinci kuşağın şansı ilk kuşağı tanımaları, temel meseleleri onlardan devralmalarıdır.
Şimdi sözü edilen şiire dönebiliriz. Neredeyse bir müzik eseri gibi isimlendirilen bu uzun şiir Karacaoğlan Çeşitlemeleri. Anday, daha önce ilk versiyonunu yolladığını belirttikten sonra şiire son hâlini henüz verdiğini belirtip içeriğini tekrar yazma gereği duyuyor.
"Karacaoğlan'ın altı kıtalık bir şiirine dayanmaktadır. Kimi dizeleri olduğu gibi kullandım, fakat şiirin bütününe, hele yapısına hiç bağlı kalmadım. Atı ile oradan oraya giden Karacaoğlan'ı kendi imgelerimle canlandırmayı yeğledim".
Bundan sonra lafı, Dino'nun yazısında özellikle altını çizdiği "kolaycılık" meselesine getiriyor ki, bunu ya önceden aralarında konuşmuşlar ya da, benzer nedenlerle, Anday'ın da kafasını her zaman meşgul eden bir hassasiyet. Anday şöyle özetliyor:
"Ziya Gökalp'ın, sanatlarımız için öğütlediği 'Batılı teknik – Yerli öz' öğütlemesi, gerçekte kolay uygulanır gibi değildir; sanatçılarımızın çoğunda kolaya kaçma eğilimini beslemiştir. Sözgelişi çoksesli müzisyenlerimizin, yerli melodi ile armoni ve konturapunta kurallarını yan yana getirmekle ulusal bir müzik yarattıklarını sanmaları bende tepki uyandırıyor". Gerek Dino'nun, gerekse Anday'ın sürekli çoksesli müzikten ve bestecilerden örnekler vermeleri sizin de dikkatinizi çekiyordur sanırım. Yine de bu ilgi sanki tek yönlü. Çoksesli müzisyenlerinizin yazdıkları metinleri düşününce, şiire, edebiyata dair, "karşılaştırmalı" bir analiz pek hatırlamıyorum. Belki dikkatimden kaçmıştır ama, çoksesli bestecilerimizin örneğin "alaturka" ile ilişkileri Dino'nun hat ustalarına dair yazdıklarını düşününce, pek de sevecen değil denebilir herhâlde. Anday ile devam edelim. Karacaoğlan Çeşitlemeleri şiirini açıklamak için resme, müziğe göndermede bulunmaya devam ediyor. "Kandinski'nin renklere, Schönberg'in seslere verdiği bağımsızlığı ve özgürlüğü, ben de o şiirlerde sözcüklere göstermek istedim. Gerçekte o şiirler hiç de "kapalı" değil benim için".
Evet, anahtar sözcükle karşı karşıyayız: "Kapalı". Melih Cevdet, şiirinin "kapalı" olduğunu söyleyenlere, "soyut" ve "anlaşılmaz" bulunulduğunu düşünen eleştirmenlere bu vesileyle bir cevap vermek istiyor olabilir. Bazılarına "ecnebi" gelse de kanımca en has şairlerimizin başında gelir Anday. Ve yine tabii ki, Karacaoğlan Çeşitlemeleri'ni ilk fırsatta okumanızı salık veririm. O çok bildik Karacaoğlan şiirinin uyandırdırdıkları, düşündürdükleri, gönderdikleri hem tükenmez, hem de yeni duygulara, düşüncelere uçuverir. Böylece, yerlilik millilik gibi, gündelik siyaset tartışmalardan çok öte, çok daha derin bir sorunsalı olduğunu fark edebiliriz "yerlilik" meselesinin. Ne mutlu ki, birçok ilk kuşak edebiyatçımız, sanatçımız bu meseleler üzerinde hakkıyla düşünmüş ve iyi kötü bir çok ürün vermişler. Son olarak baştaki soruya dönüp cevabınızı tahayyülünüze bırakacağım. Hangi dergi için yazılmıştı acaba o yazı ve neden yaşarken yayımlanmadı? Sorunun cevabını bilmek mümkün olmasa da, Abidin Dino'nun geleneksele olan saygısını, acaba bir hata mı yaptım kaygısını farketmek bile çok önemli bir kazanç değil mi?
TIKLAYIN - Melih Cevdet'ten Abidin Dino'ya 29 Aralık 1983 tarihli mektup