Sizin arkadaşlıktan ne anladığınızı bilemem elbette ama benim için fazlasıyla derin, bağlayıcı, kırılgan bir anlam taşıyor bu yedi harf ve üç harflik iyelik çekimi.
Belki ana-baba nezdindeki “tek çocuk” olmamın, “kardeş/karındaş” keyfini ve acısını tatmamamın bir tezahürü bu. Merhûm babam “Fabrikanın tek imalâtı, eskise yedek parçası yok,” derdi; annem de “Dışından baktım bir yeşil türbe...” diye eklerdi...
“Daş” soneki/yapımeki, isimden isim yapar ve yaslanmak/dayanmaktan ya da aynılıktan gelir. Karındaş/kardeş gibi, aynı yolun yolcusu/yoldaş gibi, aynı çağa ait/çağdaş gibi, aynı tarafta yer alan/yandaş gibi, aynı mesleği yapan/meslektaş gibi, aynı Can’a bağlı olan/candaş gibi...
Etimoloji öyle zevkli bir disiplinlerötesi disiplindir ki, alıp türetebilirsiniz ve tutturursanız sözlüğe de girersiniz.
12 Eylül’ü müteakip, bordroda nüfus cüzdanı sormayan işyerlerinde çalıştım. Bunlardan ilki, Cem Yayınları’nın hazırladığı bir ansiklopedi idi.
Oğuz Akkan, Cem Yayınları’nın sahibi yani, içtiği çayın bardağını lavaboda bizzat yıkayan bir adamdı. Beni asıl can damarımdan yakalayan ise Rauf Mutluay’dı. Ansiklopedi hazırlığının başındaki adam. Az ve öz konuşur, iyi dinler, o sıra bıçak gibi içerdi. Tıksırıncaya kadar değil elbette, bıçak gibi...
Fikret ‘in şiirlerini diliçi çeviriyordum o ara; “Sis” epey yankılanmıştı, çünkü tam zamanıydı. Gerçi,“Sis” şiirinin tam zamanı olmayan bir zamanı ne vakit yaşadı Türkiye?
“Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm”diye çevirdiğim bir mısra da vardı şiirde İdris Bey.
“Hân-ı Yağma” da uğraştıklarım arasındaydı.
“Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! / Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!”
1912’de yazdıydı Fikret bu şiiri. İlkin bağlanıp umut beslediği İttihad ve Terakkî hükümetinin kısa sürede şirazesinden çıkmasına verdiği ağır tepkilerden biriydi Hân-ı Yağma.
Doksan Beşe Doğru şiirinde ise, öfkesini iyice netleştirmişti:“Kanun diye kanun diye kanun tepelendi.”
Fikret’in yakın arkadaşları oldu; bunlardan Süleyman Nazif’e 1898 senesinde yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor, herkes bu havâ-yi rezilette nefes almak için bir suhulete, bir çareye, bir efsûna mâlik. (...) Burada artık herkesin benden ürktüğünü, kaçmak istediğini görüyorum. Herkes edepsizliğe hak veriyor, bana diyorlar ki: ‘Zaman haklıdır, akıllıdır; sen budalasın!’ Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: -Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir.”
Rauf Mutluay’la, ki efsane bir edebiyat öğretmeni, sıkı bir eleştirmen ve harika bir deneme yazarıydı; o aralar, hani Fikret’le ruh arkadaşlığı yürüttüğüm faşizm zamanları, enikonu iyi bir arkadaşlık da geliştirmiştik. Doğrusu, Mutluay ile olan dostluğumu arkadaşlığa terfi ettiren de Hoca olmuştu.
Bir akşamüstü, Tepebaşı’nda gene, “Arkadaş,” demişti. “Sana arkamı dönüyor, sırtımı yaslıyorum: Arka/daş.”
Hem çok mutlu olmuştum, hem hemen üstüne yatmıştım bu bilginin. O günlerde yazdığım şiire sızıvermişti: “bir büyük karara daşlıyorum sırtımı, bilinsin / sinirli ve saygısız görünmeyi sürdüreceğim”.
Yakın arkadaşlarım oldu. Zengin sayılırım bu kalemde. Onları, arkadaşlarımı, her zaman, âdeta bir “uyuyan hücre” gibi gözettim. Kimi yıllar girdi aramıza, kimi derin (?) fikir farklılıkları, kimi coğrafya ya da basit insani meseleler. Kesintisiz sürenler de var elbette; dedim ya zenginim.
Rauf Hoca’nın ardından yazdığım yazıdan bir minik alıntı ile söyleyebilirim:
“Övmekle gömmek arasında bir yer varsa eğer, ki öyle görünüyor bu eskitilmiş kavimler kapısında, önce kendimi gömerim de bir arka/daşıma, bir zerre toz düşürmem.”
Bu yüzden Başbakan’ı anlayabiliyorum.
“Arkadaşımızı yedirmem,” diyor –ki bu “yedirme” benim olmayan bir jargon. Saygı da duyuyorum, Sedat Selim Ay’ı arkalayan Başbakan’a.
Çünkü insan, arka/daşının ta kendisidir.
Zeyl:
Geçen haftaki yazıma -Şemdinli Kamışlı’ya selâm mı veriyor?-sağlı sağlı sarkıntılıklar oldu. Bir tanesi mesela, turnusol.biz sitesinin başlığıyla söyleyeyim “Öldürülecek Gazeteciler Listesi”ne adımı ekliyordu; bir diğeri ise olası bir cumhuriyet savcısına ihbarda bulunuyordu.
Bunların ortak yanı üzerine yıllardır yaza yaza usandım: Okumak ile Anlamak!
Okuduklarını anlamayanlar değillerdi esasen bunlar, kasıtlı yalan söylemeyi günün gerçeklik kopuşu içerisinde sakıncasız sayıyorlardı.
Herhalde kulağı en fazla çınlayan ölü/adamın, Doktor Göebbells’in karikatürleriydi onlar. Gerçek yoktur iddia vardır, şiarının çöpadamları...
Onları “Mesleğin Pîri”ne havale ediyorum.
Malûm, “Mesleğin Pîri” uzun zamandır bizim memlekete uğramıyor.
Belki bu vesileyle dönmeyi aklının bir ucuna yazar.