Şahane aşklar yaşadığım zamanlarda bile, zamanın düşünce hızımı aşacak metre/saniyeye ulaştığını hatırlamıyorum. Şimdi ise öyle. Ne düşünüyorsam, âdeta birkaç zaman birimi önce olmuş. Az bir şey spekülatif-mistik olabilsem, aydınlık ile karanlığın nihai savaşına tanık olduğumu bile düşünebilirim.
Benim gibi adamları boşa düşürecek hız ve serilikte yalan söyleniyor meselâ. Salı akşamı, kendisini “Amca” olarak takdim etmeye çalışan İstanbul Valisi “Gezi Parkı’na operasyon yok” dedikten sadece dokuz-on dakika sonra, Gezi’de ayağımızın neredeyse dibine atılan biber gazı fişeğinden söz etmiyorum bile. Zaten, biz Amca denildiğinde, bir kendi öz amcamızı bir de İlhan’ı (Şeşen) bilir tanırız, ötesi fasa fiso.
Ost-post-modern (Şarkî post modern) bir terminoloji yağmalayıcılığı, yalanları süslüyor, dediğimde, bunun da orijinalliğini kaybettiği zamanı ıskalamış olabilirim. “Bana diktatör diyorlar, asıl, taş atıp cam kıranlar diktatördür,” diyen bir Başbakan’ın fantastik âlemine fazla daldık galiba.
Berbat kokular aldığım, gönüllü lojistikçi avanaklar üzerinden operasyon yapılacağı sinyalleri yayılan bir akşamüstü saatinde yazıyorum bu yazıyı. Bitse de Gezi’ye vasıl olsam diyerek, bir kez daha yazıya omuz silkerek.
Biz “deli” kelimesini hoş anlamlarda kullanırız. Gençliğin güzel coşumunu yaşayan çocuğa “delikanlı” deriz. Cesareti, yüreği önde gidene “deli fişek” deriz. “Deli kız” deriz, “delisin çocuk” deriz, hepsi sempati içerir bu “deli” sıfatlandırmalarının. Kanunî zamanında öncü birlikleri oluşturan “Deli(l)ler” de vardı; omuzlarında kanatları, makyajlı yüzleriyle saygı gören atlılar...
Şimdiki “deli” bu anlamların hiçbirini ne üstleniyor, ne hak ediyor. Kapısına yazıldığı Avrupa Parlamentosu’nun –etkin- kararına “Tanımam arkadaş,” diyen, yatakodalarından umûmi helalara uluorta konuşarak müstehcenleşmeyi şiar edinen yeni bir “deli” ile karşı karşıyayız bugün.
Bu yeni “deli”, I. İbrahim’i (Deli İbrahim) mumla aratacak bir serâpalık içinde serâzat hayatımızın içine tükürüp duruyor. Kendisini kalite aramayan bir magazin müdürü gibi habire gündem yaratacağım, diye ortaya savuruyor. Literatürün en şık delileri olan Cevat Fehmi’nin Buzlar Çözülmeden’indeki Kaymakam’ı, Şeref’i bir de Ehrenburg’un Buzların Çözülüşü’nü ilham etmek dışında, sarin gazı etkisi yaratma kapasitesini sınayıp duruyor.
Benim birincil ilgi alanıma girmediği için Saffet Murat Tura’yı göreve çağırdığım bu “deliler mangası", yeni bir ost-post-modern anlam tüketiciliğine soyundu. Bu coğrafyanın bilinebilen en sivil-kentli direnişini gerçekleştirip ayakları üzerinde tutan “birey”lerini Asyatik terâneleriyle bölebilmek için, “MARJİNAL” sıfatına sığındı.
Bir adım sonrasında “Sözde Marjinal” diyecek iki haneli zekâlarına da toz kondurtmam, bilinsin. Bunların çünkü, tuzlanıp saklanması Şehir Müzesi’nin “Bilinç” seksiyonu için mühim çanak çömlektir.
Gelelim bu yazının meselesindeki soruya: Marjinal olmak, ne zamandan beri suç sayılıyor?
“Marjinal” sıfatı, benim edebiyat kuşağım için özel bir anlam taşır. Tanımadan etki hâlesine girdiğimiz, dostluğundan da düşmanlığından da nasiplenme bahtını taşıdığımız büyük şair Ece Ayhan, 1980’li senelere bu kavramı büyük bir “convert” ile armağan etmişti.”Türkiye’de marjinal yoktur, olamaz da ayrıca. İzin vermezler buna,” demişti bir konuşmasında.
Ece, iktisat bilimindeki marj teriminden hareket ederek, Ricardo’dan alıntılayıp “Marjda olan risklidir. Ama piyasayı da marjdaki ürünler tayin eder,” diyeçeviriyordu geniş alanını.
Mülkiyet duygusu ve ürküntüsü olmayan isimleri örnekliyordu Ece, kendi nadir “marjinal”lerini sıralarken. İnsan topluluğu olmadığımızı, bir kalabalık halinde yaşadığımızı öne sürerken de, bu “marjinal”lerin toplumsal erdemine işaret ediyordu. “Çünkü en güzel şeyler marjinallerden çıkar,” diyordu.
Şimdi, devlet adına mikrofonu kapan –Başbakan’dan kapan anlamında- tarihimizin bu en sivil-kentli kalkışmasını itibarsızlaştırabilmek için, bizim bu en itibarlı sıfatımıza kalkışıyor. Ezip geçmek istedikleri bir topluluğun üst başlığı “marjinal”.
Marjinal ne demek, bakalım: Aykırı! Özetle bu. Ekonomide, matematikte, su bilimlerinde birçok karşılığı var da, konumuzun dışında. Bu Aykırı, akıntıya karşı kürek çekendir, kara bulutları dağıtmak için zıplayıp gövdesini siper edendir, şiddet kültürüne karşı bedenini şiddete açarak direnendir.
Aykırı, gözbebeklerinde “Silent Movie” filminin bir sahnesindeki gibi dolar işaretleri dönenlere, ağacın kökündeki usareyi göstermeyi göze alandır. Aykırı, yalanın olağanlaştırıldığı bir rant pespayeliğinde doğruyu söyleyendir.
Bir şey daha var elbette, bu ayrı bir yazının konusu: Çoğunluğu fetişleştirerek “delirium totalitarisme”e tapınmakta olan erk kiracılarına gösterilen bireysel -individualist- kırmızı kartın da adıdır Aykırı: Marjinal.
Işıkların kesildiği bir gece, arkadaşım Eşber Yağmurdereli, kapalı gözkapaklarının altından gülümseyerek sormuştu: “Sizin için ne yapabilirim?”
Bir toplum, üzerine geçirilmeye çalışılan deli gömleğini yırtıp atarken, cümle Marjinaller, Aykırılar adına soruyorum: Ey beton tanrıların kulları, sizin için yapabileceğim(iz) bir şey var mı?