Orhan Alkaya

14 Eylül 2012

Bir ihtimal daha var, that is the question

William Shakespeare, 1623’te yazdığı başyapıtı Hamlet’te, literatürün bu muazzam repliğini söyletmişti kahramanına...

William Shakespeare, 1623’te yazdığı başyapıtı Hamlet’te, literatürün bu muazzam repliğini söyletmişti kahramanına: “To be, or not to be, that is the question” yani “Varolmak yahut varolmamak, mesele bu”...

Edebiyatımızın “kendinde şey”i (thing in himself) Can Yücel de “to be or not to be”yi “bir ihtimal daha var” diye çevirerek, dehasından cümlemizi nasiplendirmişti.

Henüz doğmamış çocuklarımıza kadar hepimizi derinden ilgilendiren bütün meseleleri kendi kişisel meselesi zannetme eğilimindeki Başbakan’a değil sözüm.

O soy bir ego hacmi, esasen pek ilgimi çekmiyor artık, çünkü yordu bu arkadaşın hortu zortu...

Başbakan’a ne uzaktan bakma şansım var bir Türkiyeli yurttaş olarak ne tarihin çoktan kapanmış bir sayfasını aralayıp eğlenceli okumalar yapabilecek kadar vaktim.

Mesele şu: Türkiye Hükümeti, kendisini sıkıştırdığı dar deltadan çıkış bulabilecek çatlaklar üretemezse eğer –ki üretmesi hayli zor gözüküyor-, yalnız deltanın çeşitliliğini yok etmekle kalmayacak, yakın tarihimizden İttihadcı bir felaket replikası üreterek, önümüzdeki uzun zaman dilimine de ipotek koyduracak.

Türkiye Hükümeti’nin Suriye politikası iflas etmeye mahkûmdu.

İflas etti.

Daha “dün” memleketler sath-ı mailinde, Türkiye Hükümeti Suriye Hükümeti ile birlikte ortak Bakanlar Kurulu toplarken fevkalâde “demokrat” olan Esad ailesinin ikinci kuşağı, aniden BAAS’a (Hizbül Ba’ath) intisab edip zorbalaştı sanki!

Mişel Eflak’ın teorize ettiği Arap Sosyalizmi ideolojisi, 1989 sonrası çeşitli yalpalanmalardan geçerek, Ortadoğu mihverinde ABD’nin başlıca hedefi haline gelmişti.

Çünkü bu “diktatoryen” ideoloji, esasen bir ulus bağımsızlığı nüvesini de barındırmayı sürdürüyordu.
2009 sonunda, biri Halep’te, diğeri Ankara’da iki ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapan iki Hükümet’in iki tarafı da ideolojik formatını değiştirmeden korurken, şimdi değişen ne idi?

Bu akıl yitimi atmosferinde çoktan anlamsızlaşmaya yüz tutmuş bir soru aslında. 

Madem “bir ihtimal daha var” diye girdik söze, bakalım...

Birinci ihtimal: Kamusal tanıklığımızda def’aten izlediğimiz hiper pragmatizmiyle Türkiye Hükümeti, aslında buna Tayyip Erdoğan Hükümeti demek daha doğru, ani bir makas değişikliğine gider ve her ne kadar “halkına zulüm ediyor olsa da” Suriye ile komşuluk ve kardeşlik bağlarının gücüne vurgu yaparak, özür dilemeden geri adım atar.

Açıkçası bu, ihtimallerin en zayıfı...

İkinci ihtimal: İki haneli bir denklem Türkiye Hükümeti’ni cezbetmeyi sürdürür. Musul ve Kerkük’ü yeniden Misâk-ı Millî sınırları içerisine dahil edecek, Güney Kürdistan özerk bölgesini denetleyecek, iç meselesi olan içsavaşını bu dominasyon etkisiyle bastıracak olma önermesiyle, bir askerî operasyona yahut daha sahih söyleyecek olursak bir harbe girmeyi göze alır Hükümet.

Domino etkisi hesaplanmamış bir diplomasi politikasının felaketle sonuçlanma ihtimali en yüksek senaryo bu.

Üçüncü ihtimal: Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde kayda değer bir –fikir ayrılığı değil- ifade ayrılığı gerçekleşir, bunun kaçınılmaz sonucu olarak AKP yarılmaya başlar ve kendi içerisinden bir “yeni parti” oluşumuna yol verir. Bu “yeni parti” geçmiş on yılın “erdem”lerini sahiplenirken, günah keçisini de Davutoğlu üzerinden belirleyerek, gene “özür dilemeden” kendisine merkez sağda bir pozisyon oluşturur.

Bu yabana atılmaması gereken, görece güçlü ihtimal.

Dördüncü ihtimal: “Mehdî” gelir.

Bakın bu üzerinde düşünülmeye değer ihtimaldir esasen.

Deccal’in yeryüzüne inip inmediği hususunda kafalar karışık.

Benim gibi manikeist inanışlara göz atıp gönül süzmüş olanlar için, Deccal metaforu zaten hep aramızda, içimizdeydi, o ayrı.

İbrahimî dinlerin Mesih’ihden, Mehdî’sinden alegorik bir türetme deniyorum şu anda:

Kemal Derviş “Mehdî” algısında inmişti Esenboğa’ya. Olmadı.

Sarıgül hep yedek kaleci. İlk maçta ihtimalsiz kalma ihtimali çok yüksek.

Ahmet Piriştina erken ölümüyle içimizi yakmıştır, olabilirdi.

Erdal İnönü fazlaydı, Tansu Çiller çok az...

Bu coğrafya, içimiz kalksa da Mehdîler coğrafyası...

Kiril ile Metodi (Cyril ve Methodius) isimli iki din adamı Ohrid’de bir alfabe ürettiklerinde, Doğu Roma onları kutsadı elbette.

Ama Clemence isimli müritleri yaydı bu Ortodoksluk bağlanışını ve Kiril alfabesini. O yüzden zaten, Ohrid’de Kiril ve Metodi’nin bir büyük heykeli vardır ve onlarınkinden daha büyük heykel  Clemence’ınkidir.

Bu coğrafya “adam” sever. Tayyip Erdoğan’ı da çok sevdiler.

‘68’li bir öğrenci lideriyle, ‘70’lerin sonlarında konuşuyorduk; “Bak”, dedi ve hepimiz için anlamı büyük bir isimden söz etmeye başladı; “Ankara’da çoğu devrimci, ona özenip, paytak yürümeye başlamıştı. Tâ nereye kadar biliyor musun?”

Haydi bakalım, bilmediğim bir şey daha öğrenecektim metazori. “İşkencede, kısmen de olsa çözülene kadar. Sonra ‘paytak ibne’ demeye başladılar.”

Bu coğrafya “adam” sever ama o “adam”dan sıkılmaya başladığında korkutucu bir pusupervere de dönüşür.

Tayyip Erdoğan’ı bekleyen bu ihtimalden, adamın cesaretini sevdiğim için, bir uyarı mahiyetinde bahsediyorum.

Yoksa, muhtemel “Mehdî” için onun da yapabilecekleri giderek azalıyor.

Bu son ihtimali elli dört yılını bu memlekete yatırmış bir adam olarak önemsiyorum.

Fi zamanlı şehrim İstanbul’u benden daha çok sevdiğini iddia eden bu adamları hoşgöremesem de, onları anlamaya çalışıyorum.

Evet, bir Mehdî, bir Mesih her ân Washington DC uçağından inebilir.

Üstelik bu adam, Kongre öncesi o şehre uçacak Başbakan’dan başka bir adam da olabilir.

Hep “adam” deyişime bakmayın. Bu bir kadın da olabilir. Vakta ki, erkekleşmiş, iktidar erkiyle uzlaşmış bir kadın...

Eskiden kasaba yerine “kaza” kelimesini kullanırdık; altı nahiye, daha altı bucak idi. Mülki taksimatlı haritalarda kendisine yer bulanlara da “aferin” derdik.

Adalet ve Kalkınma Partisi, kaçınılmaz statüko karşıtlığı ile buraya kadar geldi, kazalardan büyükşehir çıkartabileceğini de zannetti ve bitti.

Ben AKP’yi ve son on ayı saymazsak liderini, statüko karşıtlığı güderkenki planlama becerileri itibariyle hep dikkatle anacağım. Kapanmış bir dönemin uzatmaları oynayan aktörleri onlar.

Haftaya belki merkezinin sağı boşaltılmış bir memlekette, devrim yapamayacaksak eğer, yaşamak neden bu kadar zor, ondanbahsedeceğim.

Çünkü memleketin meselesi de, şaşırtıcı ama bu: Merkezin solu tartışmalı ama sağı boş.

Neyse efendim, kafanızı şişirdiğim için bağışlayın ve Osman Nihat Akın’ın nihâvend makamındaki güfteli bestesine kulak kabartmayın lütfen:

“Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin.”