Ömer Faruk Gergerlioğlu

06 Şubat 2014

Türkiye Tunus kadar olabilecek mi?

Türkiye'de siyaset sivil toplum ilişkileri iyiye gitmiyor. Siyasete dışardan müdahale mi asıl suçlu? Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ilkeli bir şekilde uygulanmaması mı? Yoksa uzlaşı aramayan "dediğim dedik" yöneticilerin uzlaşı kültürünü hepten yok etmesi mi?

Türkiye'de siyaset sivil toplum ilişkileri iyiye gitmiyor. Siyasete dışardan müdahale mi asıl suçlu? Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ilkeli bir şekilde uygulanmaması mı? Yoksa uzlaşı aramayan "dediğim dedik" yöneticilerin uzlaşı kültürünü hepten yok etmesi mi?
Türkiye'de şu an tartışılan İslamcılık akımının geliştirdiği bir parti ile dindar nesilleri tüm dünyada yetiştirmek isteyen bir cemaatin tartışması. İşin doğrusu sosyalizm veya milliyetçilik tartışılmıyor. Olumlu veya olumsuz bir şekilde tartışılan o toplumun ana konusudur. Diğerlerinin ya kendilerini yenileyememesi ya da toplumda yeterli karşılık bulamamasıyla neticelenen halleri nedeniyle ana konu dışında kaldığı görülmektedir. O halde bu ülkenin her kesiminden aydınının yakın olsun veya olmasın İslami akımları ve sorunlarını iyi tahlil etmesi gerektiği ortadadır.
Türkiye'de her siyasi ideolojinin devlet kadrolarında yer alma mücadelesi verdiği bilinir. Cumhuriyetin başlarında devlet partisi veya parti devleti yıllarında kadroların kime tahsis edildiğini açıklamaya gerek yok. Devlet törenlerinde kürsülerin üzerindeki altı ok amblemleri her şeyi açıkça anlatıyor. Namaz kılan memurun sürgün edilmesinin normal olduğu yıllar geçip çok partili hayatla tanışıp kadrolarda biraz farklılık oluştuğunu gözlemlediğimizde devletin sağ, milliyetçi kadrolarla dolmaya başladığını, öncekine benzer ötekileştirmenin bir başka cepheden devam ettiğini görüyoruz. 28 Şubat günlerindeyse devlet tehdit olarak gördüğü İslami akımlara karşı Alevileri yedeğine çekme taktiğine sarılıyordu. Özal ile başlayan süreçte ise Cemaat ve diğer İslami cemaatler bu kez kadrolaşma pastasından pay kapmaya başladılar.
Kadrolaşma bir olgu. Ancak kadrolaşarak adaletsiz uygulamalar yapılmasına zemin hazırlanması kim olursa olsun herkesin karşı çıkması gereken bir durum. "Sadece benim kadrom ve istediklerim olsun" derseniz çatışmanın başlaması kaçınılmaz. Ehliyet sahibi olma şıkkı dışarda kaldığı müddetçe kadrolaşma hayır getirmiyor.  Bu çatışmanın kimle kim arasında olursa olsun başlamaması mümkün değil. Böylesi bir çatışma başladıktan sonra kör döğüşünde adalet aramak gibi bir seçeneğe mahkum edilmemiz herkes adına üzücü bir durum. Çıkan kavganın ön yargılı peşin fikirli ve her duruma göre kurgulanabilir taraftarlarıyla sürdürülmesi toplumsal barışı mahveden bir görüntü oluşturmaktan başka bir şey ortaya çıkarmıyor.
İşte yaşadığımız kavganın nasıl bitebileceğine dair bir fikir size. Tunus'ta farklı her kesimin büyük bir çoğunlukla kabul ettiği yeni anayasa. İktidarı tek başına paylaşma hastalığından kurtulmanın önemli bir göstergesi. 
Raşid El Gannuşi, Erbakan döneminden beri Tunus'ta İslami hareketin önderlerinden olan bir şahsiyet. Türkiye'den çok daha baskıcı yöntemlerle yönetilen bir ülkede yıllarca zor bir muhalifliği gerçekleştirdi. İktidarın yıkılışı zalimce uygulamalara bedenini yakarak isyan eden bir gencin muhalefetiyle başlayıp başarıya ulaşınca isyanın nedenini ve iktidarın yıkılışını İslami mücadelenin zorunlu sonucu görme yanlışına düşmeden iktidara talip oldular. Gannuşi kenara çekilerek bir manevi önder gibi kaldı ve demokrasinin içselleştirilmesinin kolaylaştırıcısı oldu. Kabul edilen yeni anayasada İslamcılığın yaptığı önemli yanlışlara düşmeden farklı olanı da kabul eden bir anayasada herkesle uzlaştılar. Türkiye'de Erdoğan'ın ve Mısır'da İhvan'ın düştüğü hakimiyet hastalığına düşmediler. Aslında bunu açmak için İslamcılığın geldiği son noktayı tekrar hep birlikte masaya yatırmak gerekiyor. Gannuşi için bu, yeni bir yöneliş değil. Zaten Gannuşi öncesinden beri klasik İslamcılıktan farklı bir çizgi izliyor ve farklı olana karşı saygısını gösteren anlayışının altını çiziyor hiçbir komplekse ve korkuya kapılmadan doğrusu bu olduğu için kitaplarında yazıyordu.
Türkiye'de Erdoğan ve Gülen arasındaki kavgada alınacak pozisyon bahsedilen siyaset seçeneği değil. Çünkü bununla kast edilen Erdoğan'ın şu an bırakın liberal ve sol anlayışları dışlamasını İslami cenahtan gelenlerle bile gücünü paylaşmama isteğini normal görmedir. Olması gereken  sorgulanabilir liderler olması gerektiğini herkese hatırlatmak, hakkaniyet üzerine bir uzlaşı kültürüne davet etme gerekliliğidir. Maalesef şu an aralarındaki şahsi sorunları çok güçlü özgüven ve egoları nedeniyle demokrasi dışı uygulamalarını kabul etmek ve geri adım atmaktan ziyade kabaran nefsleriyle çözmeye çalışan iki liderin  oluşturduğu kavgayı ve sonuçlarını izliyoruz. Halbuki örnek aldıkları Hz. Peygamberin, yönetimde istişareye ve çatışmasız çözüme verdiği değeri çok iyi bilmekteler.
Erdoğan dışındakiler için de durum çok farklı değil aslında. Tunus'tan çok daha iyi bir demokrasi tecrübesi olan ve büyük sorunlarını yenme mücadelesi veren Türkiye'de yeni bir anayasa  hülyası başka bir bahara kaldı. Partilerin  toplumsal sözleşme olması gereken anayasayı ittifakla kendi anlayışlarına çekme çabası tüm dertliler açısından hüsran ile bitti. Görüldüğü gibi sorun sadece Erdoğan ve Gülen kavgası değil ötekini kabul edememe ve gücü paylaşmama hastalığıdır. 
Şu aralar komplo teorilerinden geçilmiyor. Herkes için çok tatlı bir uğraşı komplo teorileri. Birine göre millici bir politika izleyen Erdoğan uluslararası güçler tarafından durdurulmaya çalışılıyor diğerine göre milli olmayan politikaları nedeniyle bu duruma düşürülüyor. Arada mentaliteye uymayan durumlar için ek yorumlar da hemen geliştiriliyor. Gizli güçlerin masasında oturup hiçbirimizin  kulak misafiri olmadığımız kesinse,  sevgili komplo teorilerimizin doğru veya yanlış olma ihtimali herkes için aynı orandadır. Hangi komplo teorisinin doğru olduğu tartışmasını bırakalım da ortadaki somut gerçeği tahlil edelim yoksa dostlar meclisinde yaptığımız gevezelikten öteye geçemeyiz.
 
www.omerfarukgergerlioglu.com