Oğuz Demiralp

17 Haziran 2017

Türk siyasetinin artık olmayan diyalektiği ve Kılıçdaroğlu

Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü bir adalet arayışının ötesinde anlam taşımaktadır

“Hakikatte 1818’den beri içimizde iki büyük zihniyet, iki âlem çarpışır. Bugün hiç bir şey, bizim için, henüz tam tarihine malik olamadığımız bu mücadelenin zaferlerini öğrenmek kadar faydalı olamaz. Çünkü bu mücadele, daha çok zamanlar, Türk ruhunun en velut tarafı olarak kalacaktır.” Ahmet Hamdi Tanpınar okuduğumuz satırlarını 1949 yılında yazmış. Ahmet Hamdi hepimizin bildiği bir mücadeleden söz ediyor: Türk toplumundaki ve insanındaki korumacı eğilimlerle yenilikçi eğilimler arasındaki mücadele. Bu ya da şu tarafın mücadeleyi kazandığını söylemek güç aslında. Bizlerin çoğu zaman taraf tutarak değerlendirdiği bu mücadeleye Tanpınar değişik bir açıdan, diyalektik açıdan bakıyor. Başka bir deyişle, eski ile yeni arasındaki rekabet ilişkisinin kısır değil, verimli olduğunu, hiç bir tarafın da tam olarak kazanamayacağını, dolayısıyla iki tarafın birden kazanacağını bize anımsatıyor. Tanpınar haklı. Toplum ya da insan teki ne tümüyle korumacı ne de hepten yenilikçi olabilir. Hayat, önünde sonunda,  toplumu, insanı denge bulmaya zorlar. Bizim modernleşme (Batıya yönelme) ve Cumhuriyet tarihimiz de bunu göstermektedir.

Bununla birlikte, Tanpınar’ın yaptığı betimlemede bir eksik görüyorum. Korumacı ve yenilikçi eğilimler arasındaki ilişkinin verimli bir mücadele olabilmesi için iki tarafın bir ortak paydası olması gerekir. Tarihimize bakarsak, bu ortak payda, ülkenin modernleşmesinin gerektiğini iki tarafın da kabul etmiş olmasıdır. Ancak modernleşmeye yaklaşımları farklı, hatta zaman zaman zıt olabilmiştir. Bu kayıtla, Tanpınar’ın sözünü ettiğini diyalektik ilişkinin en görünür şekilde yansıdığı alanlardan birinin de siyaset olageldiğini söyleyebiliriz.

Ne yazık ki, siyaset alanında o diyalektiğin devam ettiğini söylemek artık çok güç. On kadar yıldır Türkiye’de son iki yüzyılın hesabını sormak isteyen bir anlayış görülüyor. Bazen insafa gelip hesapta iskonto yapıyor, yüzelli yıl diyorlar. Sadece cumhuriyet döneminin hesabını sormak isteyenler de oluyor, ama onlar modernleşmenin Osmanlı döneminde başladığının farkında olmayanlar...Bu kafalara göre Türkiye ikiyüz, yüzelli ya da doksandört yıl önce bir cennetti; kahrolası reformcular ülkeyi batırdılar. Anlaşılan onsekizinci yüzyıla bir dönsek çok rahatlayacaklar.

Osmanlının çok ileri olduğunu sandıkları Onsekizinci yüzyıl, Avrupa’da aydınlanma dönemi. İlgimi çeken bir karşılaştırma konusu vardır: Jean Jacques Rousseau (1712 – 1778)  ile Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi (1703 – 1780) çağdaştır. İkisini karşılaştırın, o zamanki Osmanlı ile Avrupa arasındaki farkı görür, Osmanlının neden modernleşmeye  yöneldiğini anlarsınız. Osmanlı, sırasıyla, rönesans, aydınlanma, sanayi devrimini ıskaladığının farkına vardıktan sonra modernleşmeye, Batıya yönelmeyip de ne yapacaktı? Kendi orta çağında mı kalacaktı? Bu tür bilgilenmelere karşı çıkıp geçmişi yanlış açılardan yüceltmeye çalışanların İbni Haldun’u tanımadıkları  ortaya çıktı. Marifetname’yi  daha iyi bildiklerini umalım.

Bu kişiler kendilerini “muhafazakâr” olarak tanıtıyorlar. Dranas söylemişti: medeniyet muhafaza etmek demektir. Şaka yollu biz de şöyle diyebiliriz: “Bizimkiler pek muhafaza etmiyor, daha çok kâr ediyorlar.”   Bir görüşe göre, muhafazakârlıkları atavizmden ibaret. Batılı yaşama tarzını benimseyenlere, araştırılması gereken nedenlerle hınç duyuyorlar. Batıya,  batılılaşmaya, batıcılara karşı kin kavramını bile savunabiliyorlar. Batılıya hınç duymalarına karşın, Batının en batılı icadı kapitalizmi pek seviyorlar. Kapitalist sistem içinde daha fazla servet ve daha kudret için hırsla çalışıyorlar.

Görünüşte demokrasi kavramını benimsemiş durumdalar. Ne ki, demokrasi, çoğunlukculuk değil, çoğulculuk olarak; seçilenin keyfine göre davranması değil, hesap verirlik ve saydamlık olarak tanımlanınca sorun çıkıyor. Hep II. Abdülhamid’i örnek gösteriyorlar, ama anılan padişahın parlamento kapatıp anayasayı askıya almasından hiç söz etmiyorlar.

Maneviyattan hep söz ediyorlar, ama çağımızda manevi gelişme için insan haklarına saygının güçlenmesi gerektiğini bilmezlikten geliyorlar.

Şöyle, böyle nesiller yetiştireceğiz diye eğitimi gittikçe dinselci kılıyorlar, ama TÜSİAD’ın raporuna göre bu gidişle 2023’de teknolojik bakımdan yeterli eleman bulmakta zorlanacağız; UNICEF’in eğitim kalitesi listesinde de maşallah son sırayı kimseye kaptırmamamışız.

Bu gidiş, Tanpınar’ın betimlediği diyalektikten, modernleşme, toplumu ve insanımızı geliştirme yolundan sapmadır. Bu gidiş ne kadar sürer, nereye gider? Bilemiyoruz. Ancak, yeniden iki yüzyıllık modernleşme yoluna dönmezsek Türkiye’nin geleceği gider.

İşte bu noktada Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü bir adalet arayışının ötesinde anlam taşımaktadır. Türkiye’yi doğru yola döndürmek için son dönemlerin en önemli girişimidir. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü özlediğimiz demokratik, iktidarıyla muhalefetiyle çağdaş Türkiye’ye doğrudur.