Nuray Büyükdağ

11 Şubat 2020

Şahika Tekand: Sanat güncel politikaya feda edilemeyecek bir şey

Bu sohbet, çıplak ayaklarla yere sağlam basan oyunlar sahneleyen Tekand ile keyfe eşlikçi olmak isteyenlere…

İlkeli bir duruşa sahip olmanın, gerçekleri dile getirmenin karşılığının olmadığı, doğruları dile getirenlerin televizyon kanallarında sözlerinin kesilerek cezalandırıldığı bir dönemin içinde yaşıyoruz. İnsanoğlunun yenildiği şeyin kendi cehaleti, sustukları, unuttukları ve yaptıkları olduğunu dile getirerek sürgün edilen 'İo'nun tragedyasını akla getiriyor bu durum. Çağdaş insan ve mitolojik karekter! Her ikisini buluşturan ise kulaklara kar suyu kaçırarak huzurları bozan bilgi tohumunu akıllara ekiyor olmaları: Biri "freni patlamış kamyon" benzetmesi yaparak gerçekleri dile getirirken, diğeri (İo) 'Zeus korkuyor' diyerek durduramadığımız, susturamadığımız, aklımızı karıştıran bilgilerle bizi baş başa bırakıyorlar.

Bu hafta, tıpkı İo'da olduğu gibi, tragedyaları ilkelerine sağdık kalarak, çağdaş seyirci için yeniden tasarlayıp yazan Şahika Tekand ile sohbet ediyoruz. 1988'de ilk adımlarını atıp 1990'da Studio Oyuncuları'nı kurarak Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi'ni geliştiren Şahika Tekand, Studio Oyuncuları olarak yazıp, yönettiği, oynadığı oyunlarla yurtiçi ve yurtdışında pek çok festivale davet edildi. O, uluslararası alanda adından başarıyla söz ettiren öncü bir kaç Türkiyeli tiyatrocundan biri. Görünür, popüler, ticari olan, gişeye, piyasaya yönelik işler değil, meselesi, derdi olan samimi, sahici, sanatsal düzey konusunda ayak direyen işler yaparak, 32 seneden beri inatla ve mücadele ederek inandığı tiyatroyu devam ettiriyor.

Ve bu sene 23. İstanbul Tiyatro Festivali'nin de açılış oyunu olan İo'yu sahneliyor. İo, ilkelerini ve sorumluluğunu kaybeden insanlıkla hesaplaşan, politik günahların edebi kaliteden, estetik kaygıdan uzaklaşmadan ortaya konulduğu bir eser. 

"Herkes tiyatro yapabilir, ama devam ettiremez" hissi yaratan Tekand, hikâyelerini sesle, ışıkla, nefesle, karanlıkla, bedenle buluşturup senkronize eden oyunlarıyla ritmi kulağa hoş gelen bir müzik yaratıyor sahnede. Bizler de bu hazla tiyatro heyecanımızı tazeliyoruz sayesinde. Bu sohbet, çıplak ayaklarla yere sağlam basan oyunlar sahneleyen Tekand ile keyfe eşlikçi olmak isteyenlere…

"Kâr hırsıyla atı öldüresiye kırbaçlayanlar sabaha benim kadar huzurlu uyanmadılar…"

Şahika Tekand'ın yazıp yönettiği İO 14 Şubat Cuma günü Zorlu PSM'de!

- Siz aslında daha çok sinemayla başladınız sanatsal üretimlerinize. Anayurt Oteli, Yengeç Sepeti, Akrebin Yolculuğu gibi kült filmlerde oynadınız. Ve sonra bilgisayar çağının ve popülist değerlerin yükselişe geçtiği, başarıya endeksli bir dönemde, oyuncunun da işini kolaylaştıran sinemanın, televizyonun yerine tüm bu hızlı dönüşümün karşısında kan kaybeden tiyatroya geçmeyi tercih ettiniz ve 1990'da Studio Oyuncuları'nı kurarak Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi'ni geliştirdiniz. Neden tiyatro?

İlginçtir, 90'ların başlarında, o zamanlarda iyice yükselen yeni hayatın ışıltısına kendini çok kaptırmış ve bu günlerde gazetecilik yapmak konusunda bile oldukça zorlandığını bildiğim bir gazeteci, bir film dolayısıyla yaptığımız bir söyleşi sırasında benim tiyatro yapmak konusundaki inadımdan duyduğu endişe ve iyi niyetle "kültür sayfalarına sıkışıp kalacaksınız, yapmayın!" demişti bana. Herhalde o günlerin ışıltısı içinde kültür sayfalarının bile varlığını sürdürmekte çok zorlanacağı bu günleri öngörememişti. Seçimimin tam da bugünlere bizi getiren koşullar nedeniyle olduğunu anlatmak çok zordu o zamanlar.

Benim lisans ve lisanüstü eğitimim tiyatro ve oyunculuktu zaten. Yani daha baştan tiyatro yapmak üzere yola çıkmıştım. Mezuniyetimden sonra bir sezon Dostlar Tiyatrosu'nda oynadıktan sonra hayatın getirdiği zorunluluklar nedeniyle yolum üniversitede akademik kariyere ve sinema ve televizyona evrildi. Ama yeniden tiyatroya dönmem tam bir kararlılıkla oldu. O günler hem dünyada hem de ülkemizde postmodern dönemin getirdiği ışıltılı 'tatlı hayat' özlemlerinin iyiden iyiye yükseldiği, insanların  dünyayı değiştiremeyeceklerine ikna olup sırtlarındaki yumurta küfelerinden kurtulup hayatı 'oyun' oynayarak yaşamayı seçtikleri zamanlardı. Düşüncede özellikle de sanatta ilkesizliğin meşrulaştırıldığı, yaratıcılığın tıpkı reklamdaki gibi hızlı, sivri akıllı buluşlara indirgendiği, zanaatin, sanatta liyakatin, yapabilirliğin terkedildiği zamanlar. İmaj her şeyin önüne geçmişti. Yazarlar, plastik sanatçılar eserleriyle değil fotoğraflarıyla karşımızdaydılar artık. Eserler bahane haline gelmişti. Canlı performans içi boşaltılarak 'performans art'a sıkıştırılmıştı. Bazı sinemacılar ve sanatçılar büyük bir kendine güvenle tiyatronun artık öldüğünü ve bir daha canlanamayacağını anlatıyordu bağıra çağıra. Ben hayatın böyle ele alınmasını hiç sevmedim ve yumurta küfelerinden kurtulmayı hiç istemedim.

İnsanla yapılması zorunlu olan ve insansız yapılması mümkün olmayan tiyatro benim için hayata en iyi bildiğim yoldan müdahale edebileceğim bir inat noktası haline geldi. Hem eski tiyatro biçimlerinin erişmesinin mümkün olmadığı çağdaş seyirciye erişebilecek hem de çağdaş, ilkeli, yapabilirlik gerektiren, artistik olarak yüksek bir 'oyun oynama' ve tiyatro yapma mümkün müdür sorusuyla başladı her şey. Çağdaş hayatın tiyatrosu ne olmalı sorusuyla. Bütün bu süreç içinde de adeta düşmanını silahıyla vuran bir sahneleme ve oyunculuk yöntemi gelişti. Sözünü ettiğiniz Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi'nin temelinde yatan düşünce budur. Bence bu yöntemin dünyada bu kadar ilgi çekmesinin ve merak edilmesinin nedeni göz göre göre akıntıya ters yönde kürek çektiği halde hem eğlenceli hem de yüksek ürünler vermeyi ve çağdaş seyirciye böyle erişebilmeyi başarması oldu.

- Üretkenlik gibi görünen ve nitelik anlamında bir tıkanıklığın ve belirsizliğin yaşandığı, daha az düşünülerek fast food hızında ve tadında oyunların yapıldığı bir dönemin içindeyiz. Siz tiyatronun bu dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu kadar yaygın bir çılgınlık olmasa da böyle dönemlere 1990'larda, 2000'lerde de tanık olduk. Emin olun zaman en iyi değerlendirici süzgeçtir. Zaman içinde gerçekten sanat yapmak üzere yola çıkanlar süzgecin üzerinde kalıyor diğerleri de yıkanıp yok oluyor. Tabii onların verdiği zararları, yarattıkları erozyonu iyileştirmek yine gerçek sanata ve sanatçılara kalıyor. Ama biraz sabır, emin olun geçecek.

- Türkiye'de tiyatrocular devlet, belediye ya da sponsorlardan destek almadan tiyatro yapmaya devam etmek için direniyorlar. Ödenek almak ya da almamak, ekonomik problemler, Türkiye tiyatrosunu ne yönde etkiliyor sizce?

Ekonomik sıkıntılar tabii ki bazen hayallerin ertelenmesine ve yapılacakların sınırlanmasına neden oluyor ama bu niteliksiz sanat yapmanın bahanesi olamaz. Yaratıcılık akışı engellenemez bir ırmaktır ve su gibi her zaman kendi yolunu bulur. Hatta bazan sınırlar yaratıcılığın çeşitlenmesine bile neden olur. Düşünmeyi, kafa patlatmayı bırakmadan çok çalışmak, niteliğin en imkansız koşullarda dahi yükseltilebileceği fikrinden vaz geçmemek gerekiyor.

- Türkiye'de hiç tiyatroya gitmeyenlerin oranı yüzde 73.5. Herhangi bir yerden ödenek ve destek almadan, ayakta kalmaya çalışan, ağır vergilere maruz kalan tiyatrolar bu sorumluluğu bilet fiyatlarına yüklüyorlar. Bilet fiyatlarının yüksekliği, daha fazla kalabalıklara ulaşarak değiştirmek, dönüştürmek, sağaltmak gibi amaçları olan tiyatronun kendisiyle çelişen bir durum değil mi? 

Yazık! Gerçekten çok üzücü bir oran. Kitap okuma oranları da ürkütücü derecede düşük zaten. Böylesi bir kurak kültür ortamına neden olanlar kadar bu çoraklıktan hiç şikayeti olmayan kalabalıklar da şaşırtıcı. Bu ta seksenlerin başından beri pompalanan ve kabul gören cehalet güzellemesinin de bir sonucu tabii. Gerçekten yazık!  Bilet fiyatlarına ilişkin sorunuzla ilgili de şunu söyleyebilirim; tiyatro yapısı itibariyle zaten büyük kitlelere ulaşmak için yapılmaz. Sinema gibi değildir. Üstelik bir oyunun çıkması çok uzun zamanda, meşakkatli bir süreçten geçerek oluyor. Her gösteri de tekil. Sinema gibi birkaç salonda birden gösterime giremez. O nedenle dünyanın her yerine tiyatro sinemaya göre biraz daha pahalı alınabilen bir gösteri sanatı dalı.

Ama bugünkü fahiş tiyatro fiyatları bence daha önce sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi hızlıca çıkarılıp çabuk ticari başarı hedeflenerek sahnelenmiş işlerle kendini gösteren tiyatro karmaşasının sonucu olan spekülatif fiyatlar bence. Bir ara aynı spekülatif fiyat politikası, borsa oluşturma çabası plastik sanatlarda da kendini göstermişti, sonuç pek çok galerinin kapanması, çok pahalıya satılan işlerin değer yitirmesi oldu. Bakalım tiyatrolar ve salonlar için gelecek ne olacak? 

- Sansür- otosansür bir toplumda kronikleştiğinde (tıpkı bizdeki gibi), anlatmanın başka yollarını bulmamızı sağlayan, aslında yaratıcılığı da tetikleyen bir araç haline dönüşebiliyor (tıpkı İran'daki gibi). Sizin de şimdi, şu anda içinde yaşadığımız ayrımcı, eşitsiz, baskıya dayalı toplumsal düzeni İo ile tartışmaya açarak sorgulattığınız politik bir oyun yaptınızı düşünüyorum. İo, 'otoritenin değil de seyircinin antenlerini açan, otosansürü delen' bir oyun olmuş. Sansür hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sorunuzun cevabı kendinde var zaten. Sansür ve oto-sansür olumlanarak hakkında konuşulabilecek kavramlar değil. Eğer evrensel olanın peşinde olursanız üretilen işler her yerde ve her dönemde karşılığını bulan sonuçlar doğuruyor zaten. Ben de evrensel olanın peşine düşmeğe çalışıyorum. Politik çıkarsamalar yapılabilir tabii ama ben sanatın güncel politikaya feda edilemeyecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Sanatçının bakış açısının asal taşıyıcısının yarattığı 'estetik biçim' olduğuna inanıyorum. İo'da da bunu yapmaya çalıştım.

 - Kendisine dair çok fazla bilgimizin olmadığı, üzerine yazılmış bir tragedyası olmayan mitolojik bir karekteri, İo'yu, hakikat, toplumsal hafıza, kadın mücadelesi üzerinden ele alan, çağdaş insanın sorunlarının, kafa karışıklığının, tanrısal ataerkil dünya düzeninin sorgulandığı bir tragedya yazdınız. Neden İo'ya bir hikâye yazma ihtiyacı duydunuz?

Bu hayal 2010'da 'Kültür Başkenti' programı içinde yer alan Promethiade Projesi içinde yazıp yönettiğim On Adımda Unutmak (Anti-Prometheus) oyunumdan bu yana aklımda olan bir şeydi. O oyunun sonunda ileride İo olarak karşımıza çıkacak 'Oradan bir çıkış var mı?' diye soran tek cümlelik bir rolü olan bir kadın karakter sokmuştum sahneye. Prometheus miti üzerinden yazdığım ikinci oyun İo. Gariptir burada da yurt dışında da o günden beri bu hayalimi paylaştığım, konuşmağa çalıştığım herkes İo'yu sadece Zeus ile birlikte olmuş ve sadece cinselliği ile söz konusu edilebilir bir mitolojik kişilik olarak ele alıyordu ve herkes bir kadından, bir insandan söz etmiyor gibiydi. Sadece bu bile aklı, duyguları, acıları, hafızası, geçmişi ve itirazları olan bu kadını konuşturma isteği uyandırıyordu içimde. O nedenle İo'ya bir ses vermek istedim. Bunu da tam da onun meselesine yakışacak bir teatral biçimle, bir tragedyayla yapmak istedim. Ama daha önce de söylediğim gibi benim için konu ne olursa olsun birincil sırada onu 'estetik biçim'e tercüme etme sorunsalı merkezdeydi her zaman.