Piyasalarda gerçekleşen balonlarla ve şişkinliklerle nefes alabilen bir ekonomik evrende yaşıyoruz. Mali araçlar icat olduğundan beri, piyasaların mertliğı de bozuldu.
Hernekadar ABD’de patlak veren 2008 krizi daha önceki bir çok krizde olduğu gibi piyasa şişkinliğinin patlaması sonucu ortaya çıktıysa da piyasalar sanki krizin nedeni o değilmiş gibi yeniden şişmeye devam ettiler kaldıkları yerden. Ve aslında son krizde oluşan gayrimenkul fiyatlarının aşırı değerlenmesine dayalı pazarların balonu sönmedi, yalnızca hava kaybetti.
ABD kendisiyle birlikte, yakın mali ilişkiler içinde olan diğer ülke ekonomilerini de krize sürükledi. Başta varlık değerlerinin düşmesi olarak başlayan kriz daha bir yıl geçmeden işsiz kalan kitleler ve bozulan ekonomik yapılar olarak gerçek bir ekonomik çöküşe dönüştü. Ekonomileri çöken ülkeler hala bu çöküşün sorunlarıyla boğuşuyorlar. Kriz, yokmuş gibi algılanmasına rağmen hala devam ediyor.
Şu sıralarda Avrupa büyüdüğünü iddia ediyor. Evet bazı ülkelerin rakamları gerçekten büyümeyi gösteriyor, hatta 5 yıldır krizde olan Güney Avrupa ülkeleri bile büyüme içine girdiler. Buna karşın krizin altyapısı değişmedi ve bu altyapı büyüme dönemine girilip girilmediğinden çok daha ciddi sorunlar barındırıyor ve bu ülkelerin ekonomileri ve genelde piyasalar dünyanın herhangi başka bir yerinde gerçekleşebilecek bir kırılmaya karşı geçmişe oranla daha duyarlı.
Piyasaların kırılganlığına karşı merkez bankası politikaları tek bir hedefe kitlendi. Ekonomik büyüme, ülkeler ve ekonomi yönetimleri için öncelikler sıralamasının en üstünde yer alıyor. Tek başına “büyümek” ülke ekonomilerinin ne kadar kriz potansiyeli taşıdığından ve o anda sürdürülen büyüme tarzının krizin değirmenine su taşıyıp taşımadığından çok daha önemli görülüyor. Ekonomi yönetimlerinin gözü büyümeden başka bir algıya açık değil. İktidarların varlığı ve sürekliliği yapısal bozulmaların temelinde yükselen büyümeye bağlı. Onlar için bu, dünya kaynaklarından, insan hayatlarından ve adaletli bir paylaşımdan çok daha önemli.
Avrupa’da, 2008-2009 “krizine” girmemek için sürekli olarak düşük faiz politikası ile ülke borçlandırmaları ve bu borçlandırmalar üzerinden talep yaratılmaya çalışılıyor. Büyüme eğilimini sürdürebilmek için Avrupa Merkez Bankası bankalara kullandırdığı faizi oranını neredeyse sıfıra kadar düşürdü. Para arzını şişirip, (olumlu düşünelim) sermaye piyasaları üzerinden talep yaratmayı hedefleyen bu politika, yeterli talep yaratmayı bir kenara bırakalım, enflasyon bile yaratamıyor.
Bu denli yoğun bir para arzı artışının normalde enflasyona yol açması beklenebilecekken, Hollanda ve Finlandiya’da fiyat artışı durma noktasına geldi. Faizlerin düşürülmesi, inanılmaz ölçülerde para arzı artışı, kamusal borçlanmalar ekonomik talebi istenilen düzeyde harekete geçirmeye yetmiyor. Yaratılan ekonomik talep gerçekleşen borçlandırmaların yanında devede kulak kalıyor.
Yani arzulanan büyüme de istenilen düzeyde gerçekleştirilemiyor. Hayatının çoğunu enflasyonlu yıllarda geçirmiş olan bizler için deflasyon anlaşılmaz bir durum. Avrupa için ise pek öyle değil ve orada deflasyon korkusu ekonomi politikaları belirlemeye başladı. Düşük faiz politikasına ek olarak, Avrupa Merkez Bankası yakında FED’in politikalarını kopyalayarak doğrudan krize girmiş olan ülkelerin tahvillerini satın almanın hesaplarını yapıyor. Bu arada kimsenin sözünü etmediği Kopenhag borç kriterleri Avrupa genelinde çoktan yerle bir edilmiş durumda. Finansal piyasaların açlığını doyurma ihtiyacı ve olası çöküş korkusu AMB’nin davranışlarına hakim olan temel içgüdüye dönüştü.
Merkez Bankaları büyüyememe sorununu, son krizlerin zaten nedeni olan düşük faize dayalı gevşek para politikası ile çözmeye çalışıyorlar. Oysa bu para politikası ile hızla arttırılan para arzı, piyasalara boca edilen ucuz kaynaklar finansal piyasalarda birikerek, dünya üzerinde gezinen ve ülkelerin kanını emerek büyüyen servetlerin daha da büyümesini sağlıyor.
Finansal varlıkların şişmesine yarayan bu para politikası sonucu, büyüme hedefi finansal genleşme içinde boşa çıkıyor.