2002 yılında AKP birinci parti olmayı başarıp hükûmet kurduğunda birtakım acemilikler yapmasını bekliyordum. Acemiliğin iki türlüsü diyebilirim. Yetişmiş kadroları olmadığı izlenimi veriyorlardı. Bu da doğaldı, beklenirdi. Acemi olmayanların söyleyeceklerine kulak vermeleri durumunda, bu toyluklarının fazlaca zarar yaratmasına imkân vermemek de mümkündü. Ama tabii bunun tersi de ihtimal dahilindeydi: “ikinci acemilik” dediğim şey de bu ama belki bunu “acemilik” diye anmak çok doğru değil. Seçim kazanmanın ve tek başına hükûmet kuracak bir çoğunlukla Meclis’e girmenin yaratabileceği gurur ve aşırı güveni, bunun yol açabileceği başına buyruk davranışları v.b. kastediyorum. Bu da acemiliğin ya da “haddini bilmeme”nin bir tezahürü olarak alınabilir. Başka bir nitelemeyle de adlandırılabilir.
AKP kesinlemelere dayalı ideolojisi olan bir parti. Oldukça katılaşmış yargıları (ya da “ön yargıları”) olan bir hareketin siyasi partisi. Dolayısıyla bu ikinci davranış çok muhtemeldi.
Gelgelelim, AKP’nin iktidar koltuğuna geçip oturmasını izleyen erken yıllar, AKP’nin en iyi performans gösterdiği yıllar oldu. Her şeyin ideal biçimde yürüdüğünü filan iddia etmeyeceğim. Ama, bir “AKP iktidarı” denince insanın aklına gelebilecek “istenmeyecek” olayların asgaride kaldığı, bu arada böyle bir iktidardan beklenmeyecek iyi şeylerin de olduğu yıllardı bunlar. Örneğin Nâzım Hikmet’in yurttaşlığının geri verilmesi AKP iktidarından beklediğimiz bir davranış mıydı? Hayatın akışını değiştirecek bir şey değildi ama simgesel bir değeri vardı ve önemliydi. Buna benzer birçok şeyi hatırlayabilir, hatırlatabiliriz. Nitekim, son dönemde Tayyip Erdoğan’ın o yıllarda söylediği sözlerle aynı konular hakkında bugün söylediklerini yan yana yayımlamak tanıdık bir yazı türü haline gelmedi?
Ancak, bugün belli ki o dönemin AKP’si asıl AKP değilmiş. Tayyip Erdoğan Bahçeli ile ittifakını kurduktan sonra otantik Tayyip Erdoğan oldu. O erken dönemde ağzından çıkardıklarını bir kenara attı, şimdi gönlünde hissettiklerini söylüyor. Yapıyor.
Bu söyledikleri ve yaptıkları o günlerde hayal edebileceklerimin çok ötesinde kötü. Birinci performans dönemi beklediğimden bir hayli olumlu giderken bu sefer tam tersine, tam bir felaket söz konusu. Ve yapılanlar gene beklemediğim bir üslup içinde yapılıyor.
Kariye’yi, Aya Sofya’yı camiye çevirmek gibi eylemleri kastetmiyorum. AKP gibi bir partinin bu türlü girişimleri olacağı şüphesiz çok kötü bir ihtimaldi ama akla gelmeyecek bir şey de değildi. Benzer şekilde, AKP iktidarının Türk Hava Kurumu gibi Atatürk’le özdeşleşmiş bir kurumu boğmaya çalışması şaşırtıcı, “Bu da nereden çıktı?” dedirtecek türden bir olay değildi (nitekim Hıfz-Sıhha v.b., başlamışlardı bu işe).
Ama şu son yaşadığımız olayda iş bununla bitmiyor. Türk Hava Kurumu’nun kuruluşunda ona “yangın söndürme” diye bir görev verilmemiş; ama bu memleketin kendi gidişi içinde koşullar bunu böyle belirlemiş. Bir yangını, özellikle bir orman yangınını yukarıdan atılan suyla söndürmenin akılcı bir yöntem olduğu anlaşılınca, bunu yapmaya en yatkın kurum olarak THK öne çıkmış. THK ile itişmek, elinden bu görevi almak bana göre akıl karı işler değil. Ama AKP’ye göre öyle. Peki öyleyse, onu yokluğa iterken yangın söndürecek uçakları yok etmek gerekli mi? “Gerekli” olmak bir yana, yangın tehlikesine böylesine açık bir ülkede bunun nasıl bir felaket olduğunu günlerce gördük. Korkunç bir tedbirsizlik, hazırlıksızlık. Tedbir konusunda böylesine başıboş bir toplumun olanı mazur göstermek için “doğa”demesi, “afet” demesi de inandırıcı değil.
Ama iş bununla da bitmiyor. Tayyip Erdoğan alıştığımız abus suratıyla gene birileriyle kavga ederek “Öyle bir uçak filan yok” derken (bu “niye yok?” diye soranların kabahatiymiş gibi) kendi filosunda on üç uçağı olan Cumhurbaşkanı “itibar”ına da erişmiş bir kişi. Bu, kendini “İslamcı” ilan etmiş bir partiden bekleyeceğimiz eylemler arasında yer alacak bir olay değil. Böyle bir hükûmetin “gösteriş” yapacaksa, bunu tasarrufuyla, tevazuuyla yapmasını beklersiniz—nitekim, iktidara gelinceye kadar yaptılar da. Yangın başlamadan önce de filonun Kıbrıs’a gidişi filan yazılıyor, konuşuluyordu. İki olayın üst üste gelmesi durumun dengesizliğini iyice gözümüze soktu.
Yaşanan herhangi bir ulusal felakette muhalefetin de bir işlev üstlenmesine engel olmak, gene benim beklemediğim bir davranıştı. Bunun, seçimle iktidara gelen bir partiye puan kazandıracak bir tavır olduğunu da düşünmüyorum. Zor duruma düşmüş,
herhangi bir yerden bir yardım bekler. Özellikle İstanbul belediye seçiminde uğranan bozgundan bu yana AKP’nin başlıca faaliyetlerinden biri CHP’nin kazandığı belediyelerden yurttaşa bir yarar gelmesine engel olmak. Ucuz ekmek ya da yangına yardım, fark etmiyor. Bu son felakette de Erdoğan alışıldık huşunetiyle “Gönüllüler yangın yerine yaklaşamaz” buyurdu. Öyle ya, ne işleri var yangın yerinde. Cumhurbaşkanı’nın konvoylarıyla geçeceği (ve tıkayacağı) güzergâhlarda bekleyip havada çay paketi tutma antrenmanı yapsınlar.
Muhalif bilinenin yardım eli uzatmasını engellemek için buldukları çareler, çıkardıkları fermanlar doğal olarak son derece saydam. Ne olduğunu anlamamak için özel tip bir avanak olmak gerek. Dolayısıyla herkes anlıyor ne olduğunu. Ne oluyor? İktidar halkın kendi elinden değil de muhalefet elinden gelecek nimetten faydalanmasını yasaklıyor.
“Beklemediğim davranışlar” demiştim. Şunu biraz açarak bitireyim. Türkiye’de Batılılaşma kendi mantığı içinde sınıflaşmayla da iç içe geçti. Dolayısıyla hali vakti yerinde olanlar Batılı bildikleri bir hayat tarzına uyum sağlarken ekonomik ya da kültürel etkenler sonucu öbür uçta yer alanlar, yani “fakir fukara”, bunun dışında kaldı. Dışında kalmasının sonucunda, ”sosyal adalet” v.b. Batı’dan gelen kavramlara yüz vermedi, iyiliği geleneksel olandan bekledi. Yani, İslamcı siyasi hareketi hatırı sayılır bir “yoksullar” desteği vardı. Bunu kaybetmek de istemiyordu.
Tayyip Erdoğan “saray”larıyla bu oluşumu değiştirdi. Çankaya’yı terk etmesini gene anlıyorum. Bildik Atatürk takıntısı. Ama Çankaya’yı terk etmenin yolu yordamı Beştepe’deki biçimi almak zorunda mıydı? “Yeni Çavuşevsku” olması gerekiyor muydu?
Atatürk gibi yatıp kalkmasa da Dolmabahçe’den vazgeçmeye de kıyamadı. Cumhurbaşkanı’nın Dolmabahçe’de çalıştığı günler İstanbul trafiğinin tıkanmasından anlıyoruz. Ama bu arada Vahdeddin Köşkü de devreye girdi (bu arada “Hıdiv Köşkü” lafları da dolaşmaya başladı. Haydi hayırlısı).
Ahlat’ta “Kışlık Saray”! O kaç odalıymış?
Ve Okluk! Resimlerine baktıkça kasvet basıyor. Gökova’nın orası kim bilir kaç kişinin gözünün bebeğidir. Canı çıkmış. Belki görüp de büsbütün üzülmeyelim zaten koca koyu yasak bölge haline getirdiler.
Şu yangın günlerinde, alevler iki adım uzaklıkta kabarıp yükselirken Okluk’ta, Saray’ın ateş almasını önlemek üzere ne gibi tedbirler alındı, merak ediyorum.