Murat Aksoy

29 Mart 2014

30 Mart: Yerel seçimden daha ötesi

Son yazımın sonunda Başbakan Erdoğan’ın Gezi’den başlayan ve 17 Aralık’tan sonra daha da sertleşen, siyasal kutuplaşma üzerinden tabanının konsolide etmeye çalışan üslup ve söyleminin 31 Mart’tan itibaren değişip değişmeyeceğini tartışmıştım.

Son yazımın sonunda Başbakan Erdoğan’ın Gezi’den başlayan ve 17 Aralık’tan sonra daha da sertleşen, siyasal kutuplaşma üzerinden tabanının konsolide etmeye çalışan üslup ve söyleminin 31 Mart’tan itibaren değişip değişmeyeceğini tartışmıştım.

Konuştuğum partiye yakın bazı akademisyen ve yazarların, bu konuda umutlu olduğunu da yazmıştım.

Yazının sonunda Türkiye’nin normalleşmeye başlamasının ve Erdoğan’ın Türkiye siyasetinde kalıcı bir aktör olmasının tek başına üslup değişimiyle mümkün olmayacağını ve ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları ile yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu belirtip yazıyı; “Bu yüzleşme olmadan Erdoğan’ın Türk siyasi hayatında geleceğinin olacağını düşünmek iyimserlik olur.” diye bitirmiştim.

Yazının mürekkebi kurumadan ortaya çıkan yeni bilgi ve belgeler, kimi şirketlere başlayan operasyonlar ve Başbakan'ın Van ve Diyarbakır mitinginde söyledikleri bu değişim konusunda umutlu olmanın zor olduğunu ortaya çıkardı.

 

Ne yazık ki kutuplaşma devam edecek

 

Bırakın Başbakan Erdoğan’ın söylemini yumuşatma yönünde işaret vermeyi, tam tersine gerilim siyasetinin devam edeceği ortaya çıktı.

Devletin gizli olması gerek görüşmelerinin dahi “genel”leşip adeta dünyaya açıldığı, Başbakan Erdoğan’ın Van ve Diyarbakır konuşmalarında cemaat ve CHP dışında, ısrarla sürdürdüğünü ifade ettiği çözüm sürecinin kurumsal parçası olması gereken BDP’yi sert bir dille eleştirmesi 31 Mart sonrası da, var olan gerilim siyasetinin değişmeyeceğini işaret ediyor.

Başbakan’ın Van ve Diyarbakır konuşmalarını bölgede BDP ile olan siyasal rekabetiyle açıklayabilirsiniz ama Suriye’ye savaş ilanı dahil pek çok senaryonun konuşulduğu gizli bir toplantının tapelerin medyaya sızması ve orda ifade edilenler gerçekten devlet ve demokrasi krizine işaret eder.

AK Parti’nin var olan konjonktürde Suriye ile savaşı bile göze alması, bunun için gerekirse Suriye’de 4 adam yollayıp 8 füze atılmasını sağlamak, Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesinin yolunu açabilir ama bu masum Suriyelileri kurtarmak için değil; Başbakan Erdoğan’ı kurtarmaya yönelik bir savaş olur.

Devletin en özel sırlarının dinlenip, internete sızması da ayrı bir vahamettir. Bu, cemaati suçlayarak geçiştirilemeyecek kadar önemlidir ve sorumlular hesap vermelidir. Bu tapeleri yayınladığı için Youtube’u kapatmak, Türkiye'nin parçası olmak istediği Batı'da ve dünyada 3. dünya ülkesi olmaya aday bir resmin ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.

 

Demokrasi değil tek adam rejimi

 

Özetle son iki günde ortaya çıkanlar bile, bu ülkenin artık demokratik sınırlar içinde yönetilmediğini gösteriyor. Ülke, sağlıklı yönetilmediği gibi, yönetenler de devletin neredeyse tüm kurum ve kurullarını kendilerini korumak için seferber etmiş olduğu görülüyor.

Bağımsız olması gereken kurumların bile devletleşen AK Parti’nin siyasi yönetim aparatına dönüştüğü yani AK Partilileştiği bir sisteme ileri demokrasi denemeyeceği açıktır.

 

30 Mart ve iki seçenek

 

Şimdi tüm soru bu gidişatın nasıl durdurulacağına yöneliktir.

Bu açıdan 30 Mart’ta yapılacak olan seçim, sadece yerel seçim değildir. Sonuçları il, ilçe belediye başkanlarının belirlese de; İstanbul ve Ankara’yı hangi partinin alacağı, hangi partinin hangi sayıda belediye başkanı alacağı ve alınacak oy yüzdeleri Türkiye’nin geleceğini belirleyici olacaktır.

AK Parti’nin 30 Mart akşamı alacağı yüzde 40-45 ve üstünde alacağı oy, Erdoğan’ın siyasal söylemini daha da sertleştirmesine ve hedefine koyduğu kişi, kurum ve yapılara yönelik bir dizi eylem söz konusu olacaktır.

Alacağı oyu, Gezi ve 17 Aralık sonrasında izlediği politikaların desteklenmesi olarak okuyacak ve daha da sertleşecektir. AK Parti’nin alacağı bu oy, ona bu meşruiyeti sağlamayacağı halde yolsuzluk iddiaları soruşturulmaları hukuki manevralarla bir süre daha ertelenebilecektir.

Bu, Türkiye’nin son iki yıl içinde girdiği ve benim sıkça yazdığım ikinci tek parti dönemi özleminin gerçekleşmesi anlamına gelir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin de facto olarak başkanlık sistemine geçmesi anlamını taşır.

Çünkü AK Parti;

- Türkiye’yi farklılıkların zengin olduğu anlayışıyla değil; geldiği siyasal kimliği üst kimlik olarak topluma dayatan bir parti haline geldi.

- Devletin özerk kurumlarının yürütmeyi denetlemesi yerine kendisinin tüm kurum ve kurumları yönettiği bir modele geçti.

- Türkiye’yi ileri demokrasi hedefinden 3. dünya ülkesi liderliği hedefine sıçrattı.

 

Başka bir Türkiye mümkün

 

Bunun için başka bir Türkiye mümkün. AK Parti'nin oyunun yüzde 38 ve altına düşmesi, hükümetin siyaseten de facto olarak yarattığı keyfiliğin denetlenme yolunun açılması anlamını taşır. Ancak burada önemli olan bir partinin ya da liderin siyaseten yok edilmesi değil, siyasetin sandık meşruiyeti dışında olmazsa olmaz kuralı çoğulculuk, katılım, şeffaflık, hesap verilebilirlik olduğunun hatırlatılmasıdır.

Unutmayalım, Türkiye’de artık hiçbir parti ve siyasi iktidar, Gezi yokmuş gibi davranamaz.

Türkiye’de artık hiçbir parti ve siyasi iktidar, 17 Aralık ve sonrasında ortaya çıkan bilgi, belge ve tapeler yokmuş gibi davranamaz.

 

Bir şansımız daha var; kullanalım

 

Bu yüzden 30 Mart’ta adım adım daralan hak ve özgürlükleri, düşünce ve ifade özgürlüğünü, hayat tarzımızı, özel alanlarımızı koruma şansına sahibiz.

Şikâyetçi olduğumuz gidişatı değiştirmek için 30 Mart’ta bir şansımız olacak.

Önümüzdeki tercih, tek adam rejiminin tüm kurumları ile kalıcı hale gelmesiyle; elde edilmiş demokratik kazanımların geliştirilmesi ve çoğulcu Türkiye arasındadır.

O tercihi kullanıp kullanmamak bizim elimizde.

Ne diyordu gençler?

Tatava yapma #basgec!

 

murataksoy34@gmail.com

twitter.com:@murataskoy