Mehmet Yakın

19 Nisan 2014

Statü endişesi

I. Dünya Savaşı’nda yani 1914-1918 aralığında yaklaşık 38 milyon kişi hayatını kaybetti. II. Dünya Savaşı’nda ölü sayısı 73 milyon kişi. Yaklaşık 30 senelik bir zaman dilimi içerisinde yaşamını kaybeden 110 milyondan fazla insan. İnsanlık tarihi boyunca savaşlarda ölen insan sayısının 3,5 – 5 milyar aralığında bulunduğu tahmin ediliyor. Peki neden? Neden Dünya Savaşlarına gerek duyuldu? Neden savaşlar devam ediyor? Alıp veremediğimiz nedir?

I. Dünya Savaşı’nda yani 1914-1918 aralığında yaklaşık 38 milyon kişi hayatını kaybetti. II. Dünya Savaşı’nda ölü sayısı 73 milyon kişi. Yaklaşık 30 senelik bir zaman dilimi içerisinde yaşamını kaybeden 110 milyondan fazla insan. İnsanlık tarihi boyunca savaşlarda ölen insan sayısının 3,5 – 5 milyar aralığında bulunduğu tahmin ediliyor. Peki neden? Neden Dünya Savaşlarına gerek duyuldu? Neden savaşlar devam ediyor? Alıp veremediğimiz nedir?

Bu soruya toplumsal ve bireysel anlamda pek çok cevap bulmak mümkün. Bireyler olarak toplum içerisinde yer almak, ihtiyaçlarımızı karşılamak istiyoruz. Mümkünse toplum içerisinde yükselmek, “hak ettiğimiz yaşam kalitesini” yakalamak ve sürdürmek derdindeyiz. Psikolog Abraham Maslow, 1943 yılında “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” adını verdiği bir modelle birey olarak kendimizi hangi adımları takip ederek gerçekleştirdiğimizi göstermeye çalışmış.

İhtiyaçlar, hiyerarşi piramidinin altından başlayarak fiziksel ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyaçları, ait olma ihtiyacı, saygı ve kendini gerçekleştirmek olarak sıralanıyor. Savaşlar bu ihtiyaçların karşılanması ya da korunmasının dolaylı sonucu olarak gerçekleştirilmiş. Kendini gerçekleştirememe endişesiyle ölen insanların sayısı 3,5 – 5 milyar aralığında. Sadece kitlesel savaşlarda…

Günlük yaşam içerisinde bu tutkunun peşinden koşan insan sayısı ise muhtemelen dünya nüfusu kadar. Bir statü endişesi yaşıyoruz. Ya aç kalırsak? Ya sevdiklerimizden ayrılırsak? Ya bizi kimse sevmezse? Ya kimse bizi adam yerine koymazsa. Nasıl mutlu oluruz bunları gerçekleştiremezsek?

Çağdaşımız Alain de Botton yazdığı Statü Endişesi kitabında bu hiyerarşiden yola çıkarak bize bizim var oluş öykümüzü ya da “endişemizi” anlatıyor. Peki 2005 yılında piyasaya sürülen kitabı  bugün neden hatırlatıyorum; statü endişesi yoğun bir şekilde varlığını sürdürdüğü, toplumsal dinamikleri yönettiği için. Muhtemelen insanlık yok olana kadar da bu endişe devam edecek. Bu endişe kimi zaman yüksek kimi zaman düşük bir frekansta varlığını sürdürerek yaşamımızı şekillendiriyor. De Botton kitabında hepimize ait iki öyküye dikkat çekiyor: “İlki cinsel aşka ulaşma yolundaki arayışımızın öyküsüdür; bu bilindik öykü toplumsal olarak kabul görür, alkışlanır, iniş çıkışları ve fırtınaları ise edebiyatın ve müziğin çıkış noktasını oluşturur. İkinci öykü ise dünyanın sevgisini kazanma yolundaki arayışımızın öyküsüdür; daha gizli saklıdır, daha bir yüz kızartıcıdır. Onu bir şekilde ifade etsek bile çok nüktedan ya da alaycı ifadeler kullanmaya çalışırız. Dünyanın sevgisini kazanma arayışının sadece kusurlu ya da haset dolu ruhlara özgü olduğunu düşünür ya da statü edinme arayışını sadece ekonomik terimlerle değerlendiririz. Ancak bahsettiğimiz ikinci öykü en az ilki kadar yoğundur, ilki kadar karışık, önemli ve evrenseldir; hüsranları da en az ilki kadar acı verir. İkinci öyküde de tıpkı ilkinde olduğu gibi kalp kırıklıkları vardır. Ancak bu kez kalp kırıklığını yaşayanlar, dünyanın birer “hiç” diye yaftalayıp dışarıda bıraktığı, etrafa dalgın gözlerle ve kabullenmişlikle bakmak zorunda kalan çoğunluktur.”

Çoğunluğun bir ferdi olarak bu satırların yazarı da bahsettiğimiz kitabın yazarı kadar statü endişesinin mağdurları arasında. De Botton tarihsel süreçte bu endişenin kaynaklarını ve çözümlerini örneklerle bizlere aktarıyor. Yazar, endişenin nedenlerini kitabının ilk bölümünde beş başlık altında inceliyor: Sevgisizlik, snopluk, beklenti, meritokrasi ve güven. Beş sebep içerisinde “yaşamımızın mahvolacağına” dair yaşadığımız gizli veya görünür paranoyayı araştırıyor, tanımlıyor ve irdeliyor. Kitabın ikinci kısmında ise endişenin giderilmesine yönelik örnekleri yine beş başlık altında açıklıyor: felsefe, sanat, politika, hıristiyanlık (din) ve bohemlik.

Alain De Botton’a göre statü çift anlamlı bir kelime. Bir yandan kişinin toplumdaki konumunu gösterirken öte yandan kişinin başkalarının gözündeki değerini ifade ediyor. Statüye dair bu tutkumuzu veya endişemizi ilk inceleyen yazar De Botton değil tabii ki. Toplumsal süreç içerisinde insanın duruşunu (Latince ayakta duruş anlamına gelen stare kelimesinden türemiş statü kelimesi) inceleyen veya bu konuya atıf yapanlar yine yazar tarafından biz okuyuculara hatırlatılmış. Alıntılanan kişiler arasında yer alanlardan birisi iktisatçı Adam Smith, bir diğeri ise psikolog William James. Kişilerin mesleklerine (veya statülerine) dikkat ettiğimizde bile farklı disiplinlerin statü meselesine odaklandığını görebiliyoruz.

Adam Smith 1759 yılında kaleme aldığı The Theory of Moral Sentiments kitabında: “Dünyadaki bütün bu hırgür, bu keşmekeş neye hizmet ediyor? Para hırsıyla canımızı dişimize takmış, zenginlik, iktidar ve mükemmellik peşinde koşuyoruz; bu koşunun sonunda ne bekliyor bizi? Doğanın gereklerini mi yerine getirmeye uğraşıyoruz? En yoksul işçinin yevmiyesi bile doğanın gereklerini karşılamaya yeter. Öyleyse “daha iyi şartlarda yaşamak” adını verdiğimiz o yüce amacın nasıl bir yararı var bize?” sorusunu yöneltir ve cevabı yine kendisi verir. “Bütün bu koşuşturmanın sonucunda gözlemlendiğimizi, ilgilenildiğimizi, bize sempatiyle, beğeniyle ve takdirle bakıldığını hissederiz.”

William James, 1890 tarihli Psikolojinin İlkeleri kitabında: “Eğer bir cezalandırma yöntemi olarak suçlunun serbest bırakılması ama toplumun üyelerinin onun yüzüne bile bakmaması ve onu tümüyle dışlaması gibi bir yol keşfedilmiş olsaydı ve bu fiziksel olarak da mümkün kılınsaydı, bu yöntemden daha zalimce bir cezalandırma olamazdı. Bir odaya girdiğimizde kimse dönüp bakmasa, sorduğumuzda yanıtlamasa, yapıp ettiklerimizle ilgilenmese, herkes bizi tamamen görmezden gelse ve bize aslında orada yokmuşuz gibi muamele edecek olsa, çok geçmeden içimizde büyük bir öfke ve ümitsizlik uyanır; bedensel işkencenin en zalimi ancak geçirebilir bunun acısını.” sözlerini okurken aklıma Sefiller romanı geliyor. James’in bu satırları yazdığı yıldan yaklaşık 30 yıl önce yani 1862 yılında Victor Hugo tarafından yazılan romanda saygın bir işadamı olup işlediği suçtan dolayı kürek cezasına çarptırılan Jean Valjean’ın serbest kaldıktan sonra toplum içerisinde yeniden var olma çabasını okuruz.  Kitabın ünlü önsözünde Victor Hugo romanı neden yazdığını şu sözlerle açıklar: Yeryüzünde yasalar, gelenekler aracılığıyla uygarlık içinde yapay cehennemler yaratan, ilahi yazgıyı uğursuz insanlar aracılığıyla karıştıran bir toplum lanetlemesi oldukça; çağımızın üç temel sorunu, erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşkünleşmesi, çocuğun cehalet yüzünden yeteneklerini geliştirememesi sorunları çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir açıdan yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır.”

Alain De Botton’ın 2005 yılında yayınlanan “Statü Endişesi” kitabında yazar yüzyıllardır değinilen statü kavramına ve bu kavramın birey üzerindeki baskısına odaklanırken "merdivendeki konumumuz bizim için çok önemlidir çünkü benlik imgemiz (kendimizi nasıl algıladığımız) başkalarının bizi nasıl algıladığıyla birebir alakalıdır. Nadir istisnalar dışında (Sokrates ve İsa gibi) hepimiz kendimize tahammül edebilmek için dünyanın bize saygı duyduğuna dair birtakım işaretler arar, onlara bel bağlarız" diyor. Burada özellikle “kendimize tahammül edebilmek” ifadesi dikkatimi çekiyor. Statü endişesinin derecesi aynı zamanda insanın kendisiyle ne kadar barışık olduğunun da bir göstergesi. Statüye olan tutku ve hırs insanın kendisinden de kurtulma mücadelesi. Bu düşünceyle kendimize ve çevremize ayna tuttuğumuzda kendisiyle barışık insanların daha mutlu olduklarını görebiliyoruz. İç barışını sağlayamamış insanlar ise çevrelerine, içinde bulundukları topluma, toplum içerisinde diğer gruplara savaş açma, omuzlarının üstüne basabildiği veya ezebildiklerinin üstüne çıkabilme, daha yüksek statüler edinebilme çabası içerisinde. 

De Botton kitabında: “Toplumda önemli bir konuma erişmiş kişileri “adam olmuş”, tam tersi konumdakileri de “bir hiç” olarak tanımlamak gibi yaygın bir tavır vardır. Oysa bunlar saçma tanımlamalardır çünkü herkesin kimlik sahibi birer birey olduğu, kişilerin varlığının karşılaştırmaya açık olduğu tartışma götürmez. Ancak bu iki ifadenin sık sık karşımıza çıkıyor oluşu, toplumların bazı grupları nasıl el üstünde tutup diğerlerini yerin dibine batırdığını bir kez daha kanıtlar. Statü sahibi olamamış bireyler toplumların gözünde birer “hiç”tir, onlara sert muamele edilir, renkli kişilikleri görmezden gelinir ve kimlikleri horlanır.” diyerek aslında Maslow’un yazının başında bahsettiğimiz bireyin kendisini gerçekleştirme ya da ihtiyaçlar hiyerarşisinin toplumsal barış sürecini nasıl dinamitlediğine de dikkat çekiyor.

Toplum içerisinde bireyselleştiğimiz bu dönemde mutsuzluğumuz daha da artmış durumda. Çevremizde hareketli bir toplumsal yapı var. İnternetle beraber hızlandı “Yaşımızın gereklerini” gerçekleştirme koşusunda terlerken yaşamımız gün be gün nihai noktaya doğru gidiyor. “Spoiler” verirsek; ölüyoruz. Belki yarın belki yarından da yakın bir süre içerisinde bu koşu anlamsızlaşacak. Fiziksel varlığımızın doğa içerisinde yok olması gibi… Sevdiklerimizin hatıralarında yaşamak ise kimimizin umrunda kimimizin ise takılıp kalmadığı bir ayrıntı.

“Endişe”mize veya “endişelenenler dolayı çektiklerimize” dair bu kitabı kısaca tanıtmaya çalıştıktan sonra yazıyı yine Alain De Botton’ın Radikal Gazetesi’nde yayınlanan röportajındaki sözleriyle noktalayalım. Yazar neden statü endişesi ve yaşamımızı etkileyen konulara dair kitaplar yazdığını şu sözlerle açıklıyor: “Aslında ben modern yaşamda ortaya çıkmış olan iyimserlikle de dalgamı geçiyorum. Bize söylenen şu: Birinin moralini düzeltmek ve ona yaşamıyla ilgili iyi bir şeyler söylemek istiyorsan, onu neşelendirmeye çalışmalısın. Ona iyi şeyler söylemelisin. Oysa benim tercih ettiğim yol bu değil. Bence birçok insan, yaşam üzerine karamsar ve can sıkıcı gerçeklerle yüzleştiği zaman daha çok neşeleniyor. Kendinizi kötü hissediyorsanız, okumak isteyeceğiniz son kitap size her şeyin düzeleceğini söyleyen bir kitap olur bence. Bunun yerine yüzünüzü Schopenhauer ya da Kirkegaard'a dönmelisiniz. Onlar, size mutsuzluğun insan doğasının bir gereği olduğunu söyleyecekler çünkü.” 

Alain de Botton, Statü Endişesi, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2005

 

Görsel: Caravaggio – Aziz Matthias’ın Çağrısı (1599-1600)

Alain De Botton’ın Radikal Gazetesi’nde 2005 yılında yayınlanan röportajı için tıklayın