Mehmet Y. Yılmaz

20 Mayıs 2021

Soylu, kendi kendisini ihbar ediyor

Bir kere mafya reisine verilen polis koruması var. Jammerler da verilmiş ki dinlemeye takılmasın. Birisi kulağına üflemiş ki erkenden yurt dışına kaçabilmiş vs. vs.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, "kendilerine gazeteci süsü veren" Özışık biraderler ile ilgili olarak suç duyurusunda bulundu ve bu kişilerin "örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım ettiklerini" ileri sürdü.

"Örgüt üyesi olmamakla birlikte" diye başlayan bu tür suçlamalar, Erdoğan rejiminde en gözde suçlama, bunu biliyorsunuz.

Böyle afaki suçlamalarla kimler tutuklanmadı ki.

Öyle görünüyor ki Süleyman Soylu da bu suçlamayla, Sedat Peker'in açtığı savaşta bir ileri adıma geçmeye çalışıyor.

Ancak "şaşkın ördek tersinden dalar" atasözünde olduğu gibi aslında kendisini de ihbar ediyor.

Soylu'nun suç duyurusundaki "örgüt", Sedat Peker'in yönettiği organize suç örgütü olmalı.

Özışık biraderler de bu örgüte üye olmadan bilerek, isteyerek yardım etmiş!

İşin o kısmını bilmem, ettiler mi, etmediler mi savcı duruma bakar, hâkim de kararını verir.

Ancak Süleyman Soylu'nun bu örgüte, örgüt üyesi olmadan bilerek ve isteyerek yardım ettiğinin kanıtları havada uçuşuyor.

Bir kere mafya reisine verilen polis koruması var. Jammerler da verilmiş ki dinlemeye takılmasın. Birisi kulağına üflemiş ki erkenden yurt dışına kaçabilmiş vs. vs.

Ayrıca Soylu'nun bu ihbarıyla okka altına gidebilecek savcılar ve hâkimler de var.

Sedat Peker'in bir grup TC vatandaşını, siyasi görüşlerinin farklılığı nedeniyle alenen tehdit ederek, halkımız içinde düşmanlıkları körüklemesine göz yuman savcı ve hâkimler!

Öte yandan Özışık biraderlere polis korumasını veren de Süleyman Soylu'nun başında olduğu bakanlık.

Bunlar terör örgütüne yardım ediyorlarsa, TC bunları niye koruyor?

İş giderek karışacak gibi görünüyor.

Soylu'nun iletişim ekibinde de ciddi bir sorun var:

Soylu'nun, "en son geçen yıl haziran ayında görüştüm" dediği Süleyman Özışık ile Eylül ayında televizyonda aynı programa katıldığı ortaya çıktı.

Bir yalanlama yaparken yalan söylerseniz, arada doğru söyledikleriniz varsa onlar da gürültüye gider.

Bu tablo açık bir panik tablosu.

Ve bunu yaratan da rejim içindeki iktidar mücadelesinden başka bir şey değil.

Mücadelenin başlama vuruşunu yapan şey, Sedat Peker'in gözden düşerek, Alaattin Çakıcı'nın rejimin tercih ettiği mafya lideri olması oluşturuyor.

Peker sırtını kime dayamıştı, Çakıcı kimden yana?

Bu kavganın nedeni, şu anda görünmeyen iki güç odağının iktidar mücadelesi.

Bu köşede daha önce de yazmıştım, otoriter rejimlere yönelik en büyük tehdit içeriden, iktidar elitinden kaynaklanır.

Yale Üniversitesi öğretim üyelerinden Svolik'in araştırmasına göre 1945-2002 yılları arasında iktidara gelen 316 otokrattan sadece 32'si halk ayaklanması ile devrilmiş. Yaklaşık bir oran vermek gerekirse yüzde 10 gibi bir şey.

Bu otokrat liderlerden 205'i, yani yaklaşık yüzde 70'i kendi içlerinden çıkan muhaliflerce devrilmiş.

Otoriter rejimler için tehlike, kendi iktidar gruplarının içinde yatıyor.

Erdoğan'ın bunca gürültüye rağmen isim vermeden bir konuşmayla meseleyi geçiştirmesi de hangi odaktan yana tavır koyacağına karar verememiş olmasından ileri geliyor olmalı.

Erdoğan iktidarda kalma içgüdüsü çok kuvvetli bir lider ama bu kararsızlığı iktidarına mal olabilir.

* * *

Hâlâ Suriye'den daha iyiyiz

Antalya'da bir sokak röportajında "Kuran okumayı bilmeyen seçmenin Kuran okuyor diye seçtiği adamların memleketinde yaşıyoruz. Kul hakkı yiyenlerin memleketinde yaşıyoruz" diyen Sümeyya Avcı gözaltına alındı.

Avcı'yı gözaltına almak için Antalya Terörle Mücadele Şubesi'nden dört sivil polis gelmiş.

Niye dört polis gelmiş de zırhlı araçları filan da işin içine sokmamışlar, bilmiyoruz.

Ancak böyle bir terör şüphelisine sadece dört polis göndermek için insanın yürek yemiş olması gerekiyor sanırım!

Şimdi diyeceksiniz ki bu sözlerde ne var da gözaltına alınmış?

Bir şey olması gerekmez.

Rejimin bam teline basmış, daha ne yapsın?

Bu arkadaşların cenazesine gidip, "hakkımı helal etmiyorum, etmiyorum, etmiyorum" diyeceklerin sayısı o kadar hızla artıyor ki hâlâ içlerinde inanç kırıntısı kaldıysa, panik içinde olmalılar.

Bir örnek de Elazığ'dan:

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker'in "AK Parti Milletvekili Tolga Ağar'ın cinsel saldırısına uğrayıp şikayetçi oldu, ardından ölü bulundu" iddiasını ortaya attığı Yeldana Kaharman'ın Malatya Adli Tıp Grup Başkanlığı tarafından hazırlanan otopsi ve toksikoloji raporunu sosyal medya hesabından yayınlayan gazeteci Baransel Ağca için de soruşturma başlatıldı.

Ağca, otopsi raporunu inceleyip "tahmin ettiğimin çok ötesinde çelişkiler var, Yeldana öldürüldükten sonra asıldığına dair şüpheler oluştu" demişti.

Savcılar hemen soruşturmayı başlatmışlar tabii.

Çok ilginç bir durum bu.

Savcı, ölümdeki şüpheyi değil, bu şüpheyi dile getireni soruşturuyor!

Gördüğünüz gibi Türkiye'ye hakim olan siyasi rejimi tanımlamak için elimizdeki veriler hızla artıyor.

Cinayet şüphesinin soruşturulmadığı ama halinden şikayet eden vatandaşın dört polis marifetiyle gözaltına alındığı, şüpheyi haberleştiren gazetecinin soruşturmalar ile tehdit edildiği bir rejim bu.

Ama kabul edelim ki Esad'ın Suriye'sine göre hâlâ iyiyiz! Orada muhalifleri ızgara yapıyorlardı, Allah düşmanıma vermesin!

* * *

Rizeli STK'ların "şart" cümlesi

Rize'deki "sivil toplum kuruluşları" gazeteye ilan vermişler, Cengiz İnşaat'ın Rize İkizdere'deki İşkence Dere'de açacağı maden ocağını savunuyorlar.

Olabilir, böyle bir hakları var elbette.

Ama keşke tıpkı kendileri gibi "sivil" olan ve taş ocağına karşı çıkanları teröristlikle filan suçlamasalardı.

Kendilerinin taş ocağını desteklemeye ne kadar hakkı varsa, ötekilerin de karşı çıkmaya o kadar hakları var. Demokrasi böyle işliyor.

İlanın son cümlesinde aynen şöyle bir ifade var:

"Çevreye verilecek tahribatın eski haline getirilmesi kaydıyla..."

Demek ki bu arkadaşlar da taş ocağının çevre için ciddi bir tahribat yaratacağını kabul ediyorlar.

Onun için de desteklerini "eski haline getirilmesi" şartına bağlamışlar.

Görebildiğim kadarıyla bu bildiriyi 11 sivil toplum kuruluşu imzalamış.

Hepsini birden ağırlamaya gücüm yetmez ancak içlerinden üç kişiyi bir otomobil yolculuğu için masrafları benden İstanbul'a davet etmek isterim.

Onlarla yola çıkalım ve Bodrum'a kadar yollardaki taş ocaklarının çevreyi ne hale getirdiğini göstereyim.

Bu iş şöyle yapılıyor: Önce ağaçlar ve bitki örtüsü kaldırılıyor. Sonra dozerler toprak tabakasını kaldırıyorlar. Kamyonlar bu toprakları götürüp, bir yerlere döküyorlar, orası da mahvoluyor, hadi diyelim ki bir yerlerde bu toprak işe yaradı.

Sonra dev kamyonlar için yollar açılıyor. Sonra taş çıkartılmaya başlıyor ve coğrafya değişiyor.

İşte o noktada "tahribatın eski haline getirilmesinin" fiziki şartları da ortadan kalkıyor.

Bildiğim böyle dört ya da beş taş ocağını gezdireyim, kendi gözleriyle görsünler ve sonra dönüp verdikleri ilandaki "şart cümlesini" düşünsünler.

Ondan sonra istiyorlarsa yine de taş ocağına destek vermeye devam edebilirler.