Mehmet Y. Yılmaz

24 Şubat 2022

Seçim kazanmakta "kaybedenin" rolü

En iyi adayı bulmak yetmez, bunun yanında uygulanabilir bir programı da ortaya koymak gerekir. Hem Cumhurbaşkanı seçimini hem de TBMM seçimini kazanmak, böyle mümkün olabilir

Araştırma sonuçlarına bakıp muhalefetin seçimi çantada keklik görmesini eleştirdiğim yazılarımın ardından hep aynı şey oluyor.

Bazı okuyucular, "muhalefetin moralini bozma görevini üstlendiğimi ve böylece bugünkü rejimin seçimi kazanmasının yolunu açtığımı" düşünüyorlar.

Hepsinin gerekçesi farklı tabii, okuyorum, dikkate alıyorum.

Sadece AKP – MHP iktidarının sürmesini neden istiyor olabileceğimi çözebilmiş değilim, ama olsun.

Beni okuyan herkesin, beni eleştirmeye de hakkı vardır.

Önce şunu söylemeliyim ki herhangi bir siyasi partinin üyesi ya da taraftarı değilim.

Benim siyasi görüşüme uygun bir parti de yok.

Olsaydı da durum değişmezdi. Okuyucularıma ve yazdığım bu mecradaki meslektaşlarıma karşı sorumluluğum, gördüğümü, düşündüğümü yazmak.

"Bu kimin işine yarar sorusu" benim kendime sorabileceğim bir soru değildir.

Türkiye'nin işine yarıyor olduğunu düşünmek, benim için yeterlidir.

Demokratik ve dürüst bir seçimin kazananı ve kaybedenleri olur.

Bir seçimi kazanan, bunu kendi marifeti ve kaybedenin yapamadıklarının toplamıyla başarır.

Seçimi kazanmak, rakiplerinizin yapamadıklarından da yararlanmayı gerektirir. Kaybetmek için ise sadece kendi yetersiz performansınız yeterlidir.

Bir kere şunu biliyoruz: Seçimi çantada keklik görmek, kaybetmek için atılmış bir ilk adımdır.

Seçimi kazanabilmek için örgütünüzü diri tutabilmeli, sandıklara sahip çıkabilmeli, seçimi kıl payı kaybedecekmiş gibi düşünerek kapı kapı çalışmalısınız.

"Kazanıyoruz" rehaveti, bir salgın hastalık gibidir, hızla yayılır.

Öte yandan "kazanıyoruz" havasına girmek, aday belirlemekten tutun da propaganda faaliyetine kadar temel siyasi kararları da olumsuz etkiler.

En iyiyi değil, akla ilk geleni yaparsınız. Bu da kaybetmek için atılmış bir ilk adım sayılır.

"Ekmek için Ekmeleddin" böyle bir tembelliğin ürünüydü, sonucunu biliyoruz.

Seçim dönemine girilmeden, yani adaylar ve programlar ortaya çıkmadan yapılan "bugün seçim olsa" araştırmaları, bir eğilimi göstermek konusunda işe yarar elbette ancak bunlara bakarak seçimin çantada keklik olduğunu düşünmek yanıltır.

Ciddiye alınabilir kurumların bir yıl süresince her ay yaptıkları araştırmalar gösteriyor ki "kararsızlar ve seçimde oy kullanmayacağım" diyenler daha çok iktidar bloğundan kopan seçmenler.

Ancak bir yıldır bunca olumsuzluğa rağmen, bunların kendilerine yeni bir adres bulamadıkları, ortada durmaya devam ettikleri de bir gerçek.

Muhafazakâr ve milliyetçi bu kitlenin kendisine yeni adres olarak CHP'yi seçmesini beklemek için büyük mucizelere ihtiyaç var.

Anlaşılıyor ki bu kitle, kendilerini milliyetçi ve muhafazakâr olarak tanımlayan muhalefet partilerine de kaymış değil.

Seçim günü, elinizde mühür ve oy pusulasıyla kabine girdiğinizde peşin bir karar vermişseniz mesele yok.

Ancak kararsız ya da ikircikli olarak o kabine girdiyseniz, mührü nereye basacağınıza sizi yöneltecek şey eski seçimlerdeki davranışlarınız, sizi geçmişte o oyu vermeye iten toplumsal ve bireysel nedenleriniz, korkularınız, hayattan beklentileriniz gibi faktörler olur.

Onun için kararsızları, genel eğilime bakarak dağıtmak yanıltıcı olur. Çok daha derin analiz (karar ağacı yöntemi gibi) gerektirir ki bugün elimizde olan araştırmalarla bunu göremeyiz.

Kemal Kılıçdaroğlu'nun, seçimi çantada keklik gibi görerek kendi adaylığını ön plana çıkarmaya çalışıyor olmasını bu nedenle yadırgıyorum.

Geçen gün yazmaya çalıştığım buydu.

Ve tekrar söyleyeyim ki en iyi adayı bulmak yetmez, bunun yanında uygulanabilir bir programı da ortaya koymak gerekir.

Hem Cumhurbaşkanı seçimini hem de TBMM seçimini kazanmak, böyle mümkün olabilir.

 

* * *

Kremlin'i izle, Binodalı Saray'ı anla

Dün İsmet Berkan'ın "Gündem" isimli haber bülteninde bir video izledim.

Videoyu Peter Liakhov isimli bir kullanıcı Twitter'a yüklemiş.

Putin, çok büyük bir salonda tek başına oturuyor. Onun yedi – sekiz metre uzağında, bir grup Rus bürokrat iki sıra halinde, yarım daire oluşturacak şekilde sıralanmış.

Rus istihbaratının başındaki kişi de bir kürsüde, Ukrayna krizi ile ilgili bir şeyle anlatıyor.

Putin'in yüz ifadesi konuşanı çok da umursamadığını, anlattıklarını da zaten hiç beğenmediğini düşündürtüyor.

Kürsüdeki adam "en kötü ihtimalden" söz etmeye başlayınca Putin, alaycı bir tebessümle yerinde dikleniyor; "en kötü ihtimal derken ne demek istiyorsun" diye.

Sonrası kürsüdeki adam için tam bir ıstırap. Ne diyeceğini bilemiyor.

Putin'in nasıl bir yanıt duyarsa memnun kalacağını kestirmeye çalışırken, lafı eveleyip, geveledikçe Putin üzerine gidiyor.

Benzer bir tablo acaba bizim Saray'da da yaşanıyor mu diye hiç merak etmediğimi söyleyeyim.

Çünkü liderin beğenmediği şeyleri söylemekte ısrar edenlerin başına nelerin gelebileceğini biliyoruz.

Şimdilik eski Türkmenbaşı Niyazov gibi bakanlarını canlı televizyon yayınında pataklamıyor ama bizim "yüksek bürokratlarımızın" da tıpkı Putin'in bürokratları gibi bir laf anlatırken kıvrım kıvrım kıvrandıklarını tahmin edebilirim.

Tek adam rejimlerinin en büyük sorunu da zaten budur.

Lider günün birinde öyle bir hale gelir ki verdiği kararlar, yanlış olduğu ayan beyan ortada olsa bile tartışılamaz hale gelir.

Bir şey söylemeye cesaret eder gibi olanlar da bunu yaptığına pişman olur.

Son örneğini yaşadık. Erdoğan kendisini büyük bir iktisat teorisyeni zannetti, başımıza gelenlere bakın.

Bizim Saray'dan böyle bir videonun sızma ihtimali sıfıra yakın  ama bu videoyu izleyerek, Binodalı Saray'da toplantıların nasıl geçiyor olabileceği ile ilgili bir fikir edinebilirsiniz.

Salonun "ihtişam içindeki görgüsüzlüğüne" de dikkatinizi çekerim.

Doğu usulü "şatafat" ve "itibar" anlayışı, belli ki orada da aynen bizdeki gibi hüküm sürüyor.