Mehmet Y. Yılmaz

20 Nisan 2020

Rejimin yarattığı "yeni normal" bu!

Türkiye, 19 yıldır bu hikâyeyi dinliyor. Kindar bir nesil yetişti, her fırsatta, her ortamda kin kusuyor. Hedeflerinde olan sadece o anne değil, kendileri gibi olmayan herkes! Hayat görüşlerini, hayatlarını yaşama seçimlerini beğenmedikleri herkes!

Ebru Şallı ile Harun Tan, 9 yaşındaki oğullarını kaybettiler. Acılarını paylaşıyor, sabır ve baş sağlığı diliyorum.

Böyle bir kaybın acısını normal olarak her bireyin içinde hissedeceğini varsayıyoruz.

Onun için de sosyal medyada Şallı’ya yönelik ağır hakaretler de içeren saldırgan paylaşımları görünce şaşırıyor, irkiliyoruz.

Farkında olmadığımız şey Türkiye’nin "yeni normalinin" artık bu olduğudur.

Acıların ve sevinçlerin ortak olduğu, masumiyet günleri geride kalalı çok oluyor.

Mahallede birisi öldüğü vakit (tek bir sokaktaki evlerden değil, bir kaç sokağı birden içine alan mahalleden söz ediyorum), onu hiç tanımayanların bile acılı ailenin matemine ortak olduğunu, evlerde radyonun bile açılmadığını, ajans dinlemek için radyo açıldığında da sesin dışarıdan duyulmaması için alabildiğine kısıldığını benim yaşımdakiler hatırlıyorlardır.

Şimdi ortak olan şey ise kin ve nefret! Bir grubun sevgi objesi, diğerinin kin objesi.

Aynı dili konuşmaya devam ediyor olsak da giderek daha çok ayrışıyoruz.

Birimizin acısı, başkalarının sevinci olabiliyor.

Bir grubu sevindirecek bir olay, diğer bir grup insan için matem ile eş değer neredeyse.

Bu durduk yerde olmadı.

Ebru Şallı’nın acısına yabancı kalmakla yetinmeyip linçe girişenler, RTÜK’ün ceza tehditleri, hapiste ölmeleri dileğiyle bir kurban kesilmediği kalan gazeteciler ve insan hakları savunucuları, Facebook’ta bir gönderiyi beğendiği için karakola çekilen 80 yaşındaki adam...

Bunların hepsi aynı "yeni normalin" sonucu.

Bu, rejimin bilinçli olarak yarattığı bir durum.

ABD tarihinin ilk sosyoloji profesörü William G. Sumner, şu satırları yazdığında daha Fenerbahçe kurulmamıştı, Galatasaray 1 yaşındaydı:

"Grup içinde barış ve yoldaşlık ilişkisi ve grup dışındakilere karşı düşmanlık ve savaş duyguları beslemek arasında yakın bir uyum vardır. İçeride barış için dışarıdakilerle savaşmak gerek."

Freud’un bireyler için "öfkenin yer değiştirmesi" olarak tanımladığı olgu, otokratların elinde, toplumları kendi asıl dertlerinden rejimin tarif ettiği tehlikelere karşı yönlendirmek için kullanılır.

Dış kaynaklı tehdit ile içeride kenetlenme arasında yakın bir ilişki vardır.

Bunu bilen otokrat, kendi destekçilerinin kinini canlı tutmak ister.

Başa gelen her olumsuzluğun nedeni dışarıdan birileridir.

Tarımsal girdi fiyatlarını kontrol edemeyip, soğanın kilo fiyatı belli bir rakamı geçince otokratın hedefinde "stokçular" olur mesela. Sebep, tarımsal üretimin ihmal edilen yapısal sorunları değil, bir avuç çıkarcının kâr beklentisidir ve toplumun öfkesi başarıyla stokçuya yönlendirilir.

Döviz mi yükseliyor? Tabii ki dış güçler yapıyor, onun ne kabahati olabilir ki?

Bu mükemmellikteki bir lideri eleştiriyorsanız, şunlardan başka ne amacınız olabilir: "Fitne sokmak, bölücülük yapmak, dış güçlere hizmet etmek vs. Onun için sıkı sıkıya birbirimize sarılmalıyız. Memlekete fitne sokacaklar, bunlara tahammüllü olmamalıyız, ağızlarının payını vermeliyiz!"

Türkiye, 19 yıldır bu hikâyeyi dinliyor.

Kindar bir nesil yetişti, her fırsatta, her ortamda kin kusuyor.

Ve toplumsal hayatta kaçınılmaz olan gerçekleşiyor, her düşmanlık kendi karşıtını da üretiyor.

Onun için şaşırmayın çocuğunu kaybetmiş bir anneye yönelik sosyal linç girişimine.

Hedeflerinde olan sadece o anne değil, kendileri gibi olmayan herkes! Hayat görüşlerini, hayatlarını yaşama seçimlerini beğenmedikleri herkes!

Bugün bundan şikayet edenlerin, yarın bir başkasına benzer gerekçelerle linçe giriştiğini görürseniz, ona da şaşırmayın elbette.

Kindar nesillerin zıttı da kindar nesillerdir çünkü.

Bir yandan kendi iktidarını kutsallaştırırlarken diğer yandan çok uzun yıllar sağaltılamayacak bir toplumsal patolojiyi yarattılar.

* * *

RTÜK Başkanı’nın içine "12 Eylül" kaçmış!

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin önceki gün şöyle konuştu:

"Tüm medya kuruluşlarının devlet ve milleti ayrıştırmayacak şekilde yayın yapmaları temennimizdir. RTÜK’ün yasadan kaynaklanan diğer yetkilerini de kullanmakta tereddüt etmeyeceğini bir kez daha ifade etmek isteriz."

Şahin, bu sözleri Fox, Tele 1 ve Halk TV’ye verilen ağır para ve yayın durdurma cezalarının ardından söyledi.

Onun için bu sözlerini şöyle okumak gerekli: Para cezası ve yayın durdurma, susmanıza yetmezse yayın izninizi de iptal ederim!

Bu sözleri Kenan Evren duysaydı, göz yaşlarını tutamazdı, "bunlar bizim zamanımızda neredeydi netekim" diye!

Gerçi YÖK Kanunu’nda yapılan son değişiklikler de Kenan Evren’in bile aklına gelmemişti, o da ayrı hikâye!

Düşünün Kenan Evren’in 12 Eylül idaresi, YÖK Kanunu’nu Kasım 1981’de çıkardı.

O zaman darbecilerin yapamadığı, 39 yıl sonra Erdoğan rejiminin aklına geliyor!

Rahmetli Kurthan Fişek Hocamı, 12 Eylül’ün sıkıyönetim kanununa dayanarak üniversiteden atmışlardı.

Şimdi sıkıyönetime filan da gerek yok, hayatında bir kitap bile yazmadan rektör olmuş bir tip, bir üniversite hocasını memuriyetten atabilecek yetkiye sahip oldu!

RTÜK Başkanı’nın, medyaya attığı Kenan Evren’e bile rahmet okutturacak "fırçası", rejimin basın özgürlüğü ile sorununun ne kadar derin olduğuna işaret ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası hâlâ yürürlükte ise, RTÜK Başkanı’nın sözleri, HaberTürk ekranından yansıyan "o ses"ten daha fazla bir anlam taşımaz.

Çünkü bizim Anayasamıza göre, basın hürdür. O da yetmez ise imzacısı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de bunu garanti altına alır. Yetmez ise, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları da bu hakkı koruyan zırh görevi görür.

Gerçi rejimin polis müdürü Anayasa Mahkemesi’ni "kendisini Norveç’te zannediyor" diye eleştirdi ama bu aynı zamanda bir durum tespiti de sayılmalı: Evet, Türkiye Norveç gibi olmalıdır, İran, Kazakistan, Somali, Beyaz Rusya ya da Suudi Arabistan değil. Çünkü Anayasa ve AİHS, rejimin müdürlerinin hoşuna gitmese de bunu öngörüyor.

"Devletle milleti ayrıştırmayacak şekilde yayın yapmak mecburiyeti" eskinin faşist ya da sovyetik rejimlerinde rastlanabilecek bir durumdur.

Çünkü oralarda devlet demek, iktidardaki otokrat demekti ve otokratın yaptıklarını eleştirmek, milleti devlete karşı kışkırtmak oluyordu.

RTÜK Başkanı’nın sözlerinden anlıyoruz ki bizim memlekette de aynı durum geçerli olacak artık.