"Saray tarafından CHP’nin başına geçmesi için teşvik edilen CHP’li" haberi üzerine başlatılan kampanya olanca hızıyla sürüyor.
Sanıyorum buna en çok şaşıran da bu söylentiyi köşesine taşıyan Rahmi Turan olmalı. "Niye beni bu kadar ciddiye aldılar" diye kendi kendisine soruyor ve eminim yanıtını bulamıyordur.
Normal olarak okununca gülünüp geçilecek bu dedikodunun, gündemin baş köşesine yerleşmesinin tadını çıkaran iki kişi var: Bin Odalı Saray’ın efendisi Recep Tayyip Erdoğan ve Muharrem –The "Adam Kazandı"– İnce!
Birisi gündemin yakıcı konulardan uzaklaştırılarak, üzerinde tepinilmeye çok elverişli böyle bir konuya dönüşmesinin ve CHP’nin bir şaşkın ördek sürüsüne dönmesinin tadını çıkarıyor.
İkincisi, yeniden gündeme gelmenin tadını çıkarıyor ve bunun kendisi için "bir muhteşem geri dönüş" sağlayabilecek fırsat olduğunu düşünüyor.
Birincisinin mutluluğunun maddi temeli var. Her şey unutuldu, millet şimdi bu boş tartışmayı izliyor. Mutluluk hakkı.
İkincisi ise boşuna seviniyor çünkü aslında her şeyi, ortadan kaybolduğu "adam kazandı" gecesi, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde kaybetti.
Sorunu bunu hala sindirememiş olmasından kaynaklanıyor.
Yandaş borazanların malzemesi olmaktan ileri gidemediğini ve bunun bir zamanlar kısa süreliğine de olsa kendisine ümit bağlamış insanları ne kadar öfkelendirdiğini bile görebilecek durumda değil.
CHP Genel Başkanı da kendisini savunmaya çalışıyor: Öyle dememiş de böyle demek istemiş diye!
Kusura bakmayın ama o makamda oturuyorsanız, soruları öyle yanıtlamalısınız ki sonradan "Onu demek istemedim, bunu demek istedim" diye açıklama yapmak zorunda kalmayın.
Şimdi ümitsiz bir çırpınışla meseleyi "Saray, CHP’yi karıştırmak için Rahmi Turan’ı tuzağa düşürdü"ye çevirmek istiyorlar ama nafile!
Bizim bildiğimizi, Bin Odalı Saray bilmiyor olabilir mi: CHP’yi karıştırmak için kimsenin dışarıdan bir numara çevirmesine gerek yok. CHP, kendi kendisine bu işi halledebilme yeteneğine sahip bir partidir.
* * *
Bir öğretmen nasıl oturmalıdır?
Konya Valisi, Öğretmenler Günü töreninde konuşma yaparken "öğretmen zannettiği" bir kişiyi bacak bacak üstüne oturduğu için azarlamıştı: "Sen öğretmen misin birader? Öğretmen gibi otur da bir görelim."
Meğerse o kişi gazeteciymiş ama mesleğinin önemi yok.
O gün o salonda, Vali Bey’in görüş alanında kim o şekilde otursaydı aynı sözü işitirdi.
Bir istisnası var tabii: Söz konusu kişi, daha yüksek bir mevkideyse Vali Bey’in böyle bir şey söyleyebilmesi için "yürek yemiş olması" gerekecekti.
Sakatat ile arası nasıldır bilemem tabii ama Vali Bey’in bu tutumu aslına bakarsanız "doğulu ceberrut devlet" geleneğinin devamından başka bir şey değildir.
Doğulu Ceberrut Devlet geleneğinde kamu yöneticisi, vatandaşın hizmetkarı değil, amiridir.
Amiri olduğu için de kendisiyle temas eden vatandaş, ast mevkide olduğunun bilinciyle hareket etmelidir.
Ceketin varsa önünü ilikleyeceksin, bacak bacak üstüne atmayacaksın, o söz vermezse konuşmayacaksın, ellerin cebinde olmayacak filan.
Zaten Vali’nin yakın arkadaşı olmayan bir kişiyle ikinci tekil şahıs üzerinden hitap etmesi de bunu vurguluyor.
Öğretmen zannettiği şahsa "sen" diye hitap ediyor ki sadece bu bile muhatabını kendisinden daha aşağıda görmekte olduğunun bir işareti.
Vali Beyin vatandaştan "saygı" diye beklediği şey esasen "korku" duymasıdır.
Korkacak ki otoriteyi tartışmayacak. Korkacak ki bir vergi mükellefi bilinciyle hareket edip, hesap sormaya filan kalkışmayacak. Korkacak ki kamu yönetiminin zaaflarını, eksiklerini yöneticinin yüzüne vurmayacak.
Böyle olduğu içindir ki Vali Bey de mesela bir bakanın karşısında otururken bacak bacak üstüne atamaz. Atmaya kalkarsa, öğretmen sandığı gazeteciye davrandığının benzeri bir tavır ile karşılaşır.
Demokrasinin olduğu yerlerde kamu yöneticilerinin böyle dertleri de olmaz.
Böyle ülkelerde bir yöneticinin, vatandaşa böyle fırça atabildiğine rastlanmaz.
Tersi mümkündür ama!
* * *
Milletvekilinin tek görevi parmak kaldırmak değil
Dünkü yazımda, "termik santrallerin kârını, vatandaşın sağlığından daha çok önemseyen kanun" konusundaki oylamaya eksik olarak katılan muhalefet partilerini eleştirmiştim.
Eleştirimin yanıtını arkadaşlarımız Gonca Tokyol ve Melis Karaca’nın dün T24’te yayımlanan haberinden aldım.
Oylamaya katılıp, kanun teklifine ret oyu veren CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, muhalefet olarak oy sayılarının sonucu değiştirmeye yetmeyeceğini söylüyor.
Gürer, vatandaşları hassas oldukları böyle konularda Meclis’e gelip görüşmeleri izlemeye de davet ediyor ki iktidar partilerinin milletvekilleri oylarını verirken bir kez daha düşünsünler.
TBMM Çevre Komisyonu üyesi HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni de "Tam sayı katılsak bile bir şey değiştirmiyoruz aslında. Biz de dışarıdaki muhalefeti yan yana getirmeye, sesi olmaya çalışıyoruz" diyor.
AKP ve MHP’den oluşan iktidar koalisyonunun TBMM’deki ezici çoğunluğunun hepimiz farkındayız.
Ancak bu durum, muhalefet milletvekillerinin "Nasıl olsa oylamayı kaybedeceğiz" diyerek oy vermeye gitmemelerini anlaşılır kılmıyor.
Meclis çalışmaları, komisyonlarda ve Genel Kurul’da parmak kaldırmaktan ibaret değil çünkü.
Çevre konusunda faaliyet gösteren aktivistler ve sivil toplum kuruluşlarının bu konuda çok çaba sarf ettiklerini biliyoruz.
Ama bu grupların yarattığı toplumsal tepkiyi Meclis’e taşıyacak olanlar, muhalefet partilerinin milletvekilleridir.
O da TBMM’de çalışarak olur, eş dost ile sohbet ederek geçirilen zamanda değil.
Vatandaş elini kolunu sallayarak, TBMM’ye gelip oturumları izleyip, olumlu ya da olumsuz tepkisini ortaya koyabiliyor mu ki hassas konularda Meclis’e gelsin, iktidar milletvekillerini tedirgin etsin?
Muhalefetin TBMM çalışmalarına tam kadroyla katılması, iktidar koalisyonunu da buna zorlar.
Kendi başına bu bile bir muhalefet taktiğidir. Siyasi tarihimizde, iktidar partilerinin böyle zaaf anlarında yakalanabildiklerinin örnekleri çok.