15 Temmuz darbe girişimine direniş sırasında şehit olan ya da yaralanan, sakat kalanlara yardım için bir kampanya düzenlenmişti, hatırlarsınız.
Bu kampanyada 309 milyon Türk Lirası toplandı.
Kampanyanın üzerinden üç yıl geçti.
Üç yıl önce bu vakitlerde ABD Doları 2.98 liraydı. O tarihte toplanan yardımın döviz karşılığı 100 milyon doların üstündeydi.
Bugünlerde dolar 5.70 civarında dalgalanıyor.
309 milyon liranın bugün döviz karşılığı yaklaşık 54 milyon Amerikan Doları.
Yani halktan toplanan yardım, ihtiyaç sahiplerine dağıtılana kadar paranın yaklaşık yarısı ABD Doları cinsinden buharlaştı!
Aile Bakanlığı, bu parayı bir vakıf aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine dağıtacağını açıklamıştı.
Bu vakıf KHK ile kuruldu ancak halen faaliyete geçebilmiş de değil.
Bakanlık toplanan yardımı acaba nasıl değerlendirdi? Üç yıllık enflasyona ya da döviz yükselişlerine karşı koruyabildi mi?
Bunu bilmiyoruz, bir açıklama bugüne kadar yapılmış değil.
Öte yandan darbe girişimi sırasında şehit olanların, kalıcı sakatlıkla malul olanların ve yaralanıp hastanede tedavi edildikten sonra iyileşerek taburcu edilenlerin sayısı belli.
Toplanan para, bu kişiler arasında belli kıstaslar gözetilerek dağıtılacağına niye bir vakıf kurulması gerekti?
Bunu da bilmiyoruz.
Türkiye’de yaşadığımız için bildiğimiz şey şu: Bir vakıf kurulması demek mütevelli heyetine maaş demek. Bir genel müdür tayip edip, maaş, makam aracı, sekreter maaşı vs. demek. Çalışanlara maaş ödemek demek. Binalar kiralamak ya da satın almak demek.
Bütün bunlar zaten toplanan paranın bir bölümü, amaç dışı harcanacak anlamına da geliyor.
Vakıf güya toplanan bu parayı değerlendirecek ve ihtiyaç sahiplerine düzenli bir gelir sağlayacak.
İyi de faaliyete geçene kadar paranın yarısı gitti bile!
Öbür yarısı da makam bulamamış politikacılara, akrabayı taallukata arpalık olarak mı kullanılacak, onun için mi bekleniyor?
Gözünüz hâlâ doymadı da 15 Temmuz şehit ve gazileri için toplanan paralara da mı göz diktiniz?
***
Trafik denetimi olmazsa “çakar” önlenemez
İçişleri Bakanlığı, “çakar” diye bilinen sesli ve ışıklı uyarıları yetkisiz olarak kullanan araçların trafikten men edileceğini açıkladı.
Cumhurbaşkanı’na sunulan bir raporda, seçim kaybının gerekçelerinden biri de bu tür araçlara vatandaşın tepkisi anlatılmıştı.
Sanıyorum onun bir sonucu olarak bu karar alındı.
Başka kentlerde de böyle midir bilemiyorum ama İstanbul’da yaşıyorsanız, bu araçların tacizine uğramamış olmanız imkânsız.
Bugüne kadar da bu tiplerle etkin bir mücadelenin yapıldığını göremedik.
Arada sırada bu tür ihlalleri yazdığımızda, İstanbul Emniyeti hemen bir yazı gönderirdi.
“Şu kadar araç yakalandı, bu kadar ceza kesildi” vs.
Ama bunların hiçbiri, bu terörü durdurmaya da yetmedi.
Büyük olasılıkla bu son düzenleme de yetmeyecek.
Bunun birinci nedeni İstanbul’da trafik denetimi diye bir şeyin bilinmiyor olması.
İstanbul’da “trafik denetimi” demek, bazı yerlere radarla tuzak kurup, vatandaşı avlamak demek.
Bir de arada sırada alkol kontrolü!
Bunun dışında denetim yapan tek bir ekibe rastlamadan haftalarınızı geçirebilirsiniz.
Geçemeyeceği kavşağı bloke eden, hatalı sollama yapan, ters yöne giren, yaya geçidinde durmayan, dönüşlerde ikinci, hatta üçüncü şeridi oluşturan araçların bu denetimlere takıldığını hiç gördünüz mü?
Şimdi diyebilirler ki “çakarlı araçları EDS ile yakalıyoruz”.
Eğer EDS gerçekten işe yarıyor olsaydı, bu çakarlı araçların kökü zaten çoktan kazınmış olurdu, onu söyleyeyim.
Çünkü bunlar emniyet şeritlerini de fütursuzca kullanıyorlar.
İkinci neden ise çakarlı araçtan kimin çıkacağının bilinmiyor olması!
Bu kararla belki orta ve alt sınıf araçların çakar kullanmalarının önüne geçilebilir ama “makam aracı” görüntülü, üst segment araçlardaki çakarları önlemeye, İstanbul polisinin yüreği yetmez.
Hatırlayın, İçişleri Bakanı’nın “çakarlı araçla mücadele” talimatı verdiği günlerde “yanlışlıkla” İstanbul Eğitim Müdürü’nün aracını durduran polisin başına neler gelmişti!
Polis memurlarının hafızalarının zayıf olduğunu, böyle uygulamalarda “etkili” vatandaşlara rastgelen polislerin başına nelerin geldiğini unutmuş olduklarını mı zannediyorsunuz?
Bu memlekette böyle yasakları çok gördük.
Bakanlık şimdi bunu önleyeceğini açıklıyor. Haydi bakalım, önlesinler, bizler de alkış tutalım, tebrik edelim.
***
Deniz Fenerciler eğitimci olmuş!
Zahid Akman, Zekeriya Karaman ve İsmail Karahan.
Bu isimleri daha önce duymuş olmalısınız.
İlki bir dönem RTÜK Başkanı idi.
Üçü birlikte Deniz Feneri davasından yargılanıp, sonradan özel olarak tayin edilen savcının suç vasfını değiştirmesi üzerine beraat etmişlerdi.
Bu üç kafadar meğerse İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, mesleki kurslar düzenleyerek vatandaşa hizmet etsin diye kurduğu İSMEK ihalelerinin daimi kazanıcısı olmuşlar.
Medyascope’tan Fırat Fıstık’ın haberine göre aldıkları ihalelerin toplamı son sekiz yılda 1 milyar lirayı geçiyor.
Ne tesadüf değil mi?
Vaktiyle Almanya’daki Deniz Feneri soygunu ile ilgili çok yazı yazmıştım.
Almanya’daki mahkemenin başkanı, vurgunu “yüzyılın soygunu” olarak nitelemişti.
Neler neler öğrenmiştik.
Bu davanın Türkiye’deki ayağı da dünya hukuk tarihine geçecek gelişmelere sahne olmuştu.
Mesela soruşturmayı yürüten savcıların, soruşturdukları sanıklardan önce yargılandıkları bir davaydı!
O savcılardan Abdülvahap Yaren şunu söyleyecekti:
“Zekât hırsızlarını koruma altına alan bir güç var, ben bu güce ‘hırsızların imparatoru’ diyorum, hem altındaki figüranları koruyor, hem kendisine ulaşılmasını engelliyor. Kim olduğu belli. Halk arasında tabir vardır, arife tarif gerekmez, damda gezer miyav der, isme gerek var mı?”
Ne dersiniz, isme gerek var mıydı?