Bu yaptığımın çok doğru bir hareket olmadığını biliyorum ancak profesyonel deformasyon ile mücadele edebilmek de o kadar kolay değil.
O gün Bebek’ten, Hisar’a doğru yürüyordum.
Erken bir saatti; pazar sabahının kahvaltı meraklıları henüz yollara dökülmedikleri için sahilde çok az insan vardı.
Önümden yürüyen iki genç kadından daha sportif görüneni, yanındaki arkadaşına hararetle bir şeyler anlatıyordu.
İşte o utanmam gereken hareketi o zaman yaptım.
Anlatılanlara kulak kabarttım!
Olay İstanbul’da geçiyor.
Bir genç kadın ile bir genç erkek bir süre birlikte olmuşlar.
Artık bu “birlikte olmuşlar” kavramının sınırları epeyce genişledi.
Bir gecelik ilişkiden başlayıp, kara sevdaya kadar hayli geniş bir yelpaze içinde bu kavram kullanılabiliyor.
Sanırım dilimizi kullanma biçimimiz, hızla lümpenleşiyor.
Ve bundan kendisini kurtarabilen o kadar az ki…
Mesela geçen gün benim de yazdığım T24’te ve diğer medyada Erdoğan’ın torununun kedisiyle “fotoğraf çekildiği” haberi vardı.
Diğer medyayı bilmiyorum ama T24 editörlerini tanıyorum. Hepsi okumuş çocuklar, kültürlü ve bilgililer.
Ama dilimizdeki lümpenleşme onları da etkilemiş görünüyor.
Bizim lisanımızda “fotoğraf çektirilir”; “çekinmek” ya da “çekilmek” fiili bu eylem için kullanılmamalıdır.
Sert bir yöneticiden “çekinebilirsiniz” ya da iki kişi arasına girmekten “çekilebilirsiniz”.
İçinde fotoğraf geçen bir cümlede mutlaka “çekinmek” fiilini kullanmak istiyorsanız, çektirdiğiniz bir fotoğrafı başkalarının görmesinden çekinebilirsiniz.
Bir de fiil, fiil üstüne kullanma modası çıktı.
Çıkış yaptı, giriş yaptı, iniş yaptı, bekleme yaptı vs.
“Çıktı, girdi, indi, bekledi” demenin köküne kıran girmiş sanki!
Otoyolda bile levhalar böyle yazılıyor artık: Yüksek gabarili araçlar Selçuk’tan çıkış yapınız!
“Selçuk’tan çıkınız” dese dilini eşek arısı mı sokacak?
Ya da “otoyolda duraklama yapmayınız”! “Duraklamayınız” demenin nesi zor geliyor?
Farkındayım, konuyu dağıttım; “birlikte olmuşlar”, insan ilişkilerindeki özel bir durumu tarif etmekte yetersiz.
Bu dilimizdeki fakirleşmenin bir sonucu.
Dilimiz fakirleşiyor, çünkü eğitim düzeyimiz düştükçe soyutlama yeteneğimizi, kavramlaştırma becerimizi kaybediyoruz.
O nedenle kulak kabarttığım sohbette “birlikte olma” kavramının kadın – erkek ilişkilerinde tam olarak hangi durumu karşıladığını bilemiyorum.
Olay daha sonra şöyle gelişiyor: Bir süre sonra erkek, bir gece yarısı arıyor. Telefonu açılmayınca mesaj bombardımanına başlıyor: “Özledim” ile başlayıp, gelişen bir monolog. Kadın yanıt vermiyor çünkü.
Dayanamayıp sordum: Hiç mi yanıt vermedi oğlana?
“Hayır”, vermemiş. Karşılıklı gülüştük, ben daha hızlı yürüdüğüm için yoluma devam ettim.
Ama bu durum kafama da takıldı.
O gece, erkek yalnız kalmamış olsa yine de o mesajı yazar mıydı?
Ya da eski sevgililerinden kaçına o mesajı gönderdi? Hepsine mi, aralarından kafasına göre bir seçim yapıp, onlara mı?
Ve yanıt aldığı oluyor mu?
Yeniden “birlikte olacaklarına” mı, yoksa erkeğin o gece hissettiği yalnızlığı geçinceye kadar mı?
***
“Birlikte olma” eyleminin neye karşılık geliyor olabileceğini düşünürken Stendhal’i hatırlamamam mümkün değildi.
Aşk Üstüne isimli eserinden bir bölüm aktaracağım:
“Bütün ciddi gelişmelerinde bir güzellik bulunan şu tutkuyu anlamaya çalışıyorum.
Dört değişik aşk vardır:
1- Tutku aşkı: Portekizli rahibeninki, Heloise’in, Abelard’a olan aşkı.
2- Zevk aşkı: Paris’te 1760’a doğru görülen ve o dönemin anılarında ve romanlarında rastlanan aşk.
Bu öyle bir tablodur ki, gölgelere kadar içindeki her şey pembe olmalıdır, hiçbir bahaneyle tatsız bir şey girmemelidir buraya, yoksa görgü, kibarlık ve zariflikten vb. yoksun olmakla cezalandırılma tehlikesi vardır. İyi aileden bir erkek, bu aşkın çeşitli evrelerinde uygulayacağı ve karşılaşacağı bütün usulleri önceden bilir; Carraci’lerin bir tablosuyla karşılaştırılan soğuk bir minyatürdür bu.
3- Fiziksel aşk: Ava çıkıldığında, ormana kaçan güzel ve taze bir köylü kızı bulunur. Bu türden zevkler üzerine kurulu aşkı herkes bilir; ne kadar kuru ve önemsiz olsa da bu aşka 16 yaşında girişilir.
4- Övünme aşkı: Erkeklerin büyük bölümü, özellikle Fransa’da modaya uygun bir kadını arzular ve böyle birine de sahiptir; tıpkı insanın güzel bir ata sahip olması gibi, tıpkı genç bir erkeğin lüksü için gerekli bir şey gibi. Kimi zaman fiziksel aşk söz konusudur ama bu her zaman da değil; çoğu kez fiziksel zevk bile yoktur.” (Fazlaca uzatıp, sıkıcı olmamak için metnin bazı bölümlerini, roman isimlerini vs. ben çıkardım. – MYY)
Stendhal’i bugünkü değerlerimizle yargılamayacağınızı, konuyu erkekler üzerinden çözümleme çabasını anlayışla karşılayacağınızı biliyorum.
O yıllarda hayat öyleydi çünkü. 1783 ile 1842 yılları arasında yaşadığını dikkate almışsınızdır.
Ancak görüyorsunuz ki o tarihte bile aşkın değişik yönlerini kavramlaştırmaya yönelik bir çaba içindeymiş.
Elbette ben Stendhal sayılmam, boy ölçüşmeye kalksak hayli kısa kalacağım, hatta belki paltosunun cebine sığacağım bile kesin.
Ancak yine de “birlikte olmuşlar” diye tanımlanan durumu anlamaya ihtiyacımız var, Stenhal’den yola çıkarak bir deneme yapayım diyorum.
Kulak misafiri olduğum bu ilişkiyi “insan fani, ölüm ani / bir kere versen ne olur yani aşkı” olarak tanımlayabilirim.
Stendhal’in tarifiyle “fiziksel” yönü ağır basıyor!
Kadından ayrılmış, kim bilir belki de başka ilişkiler de sürüyor ama o gece canı eski günlere dönmek istiyor.
Ya da yalnızlık bastırmış, bir insan sıcaklığına ihtiyacı var, eski defterleri karıştırıyor.
Kim bilir, belki mesaj aynı anda 5 – 6 numaraya daha da gidiyor olabilir.
Gecenin bir yarısı mı anlar insan özlediğini?
Niye sabah 9’da, eline bir buket çiçek alıp, iş yerinin kapısında beklemiyorsun?
Olası ki gece yarısı mesajı ile telefondan geçemiyor olsa da ortamda alkol buharı da olmalı.
Kız yanıt verse ilişkinin nasıl gelişeceğini tahmin etmek de zor değil: Biraz eğlence, ardından “tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna”!
***
Romantik dönemin önemli şairlerinden Samuel Taylor Coleridge, Orhan Pamuk’un Kar isimli romanının Şair Ka karakterine ilham vermişti.
Şimdi onun Kadim Denizcinin Ezgisi (Yaşlı Gemici, Çeviren: Şavkar Altınel. İletişim Yayınları.) şiirinden küçük bir parça okuyalım:
“Birden rüzgar dindi, tüm yelkenler indi
Yoğun bir hüzün çöktü her şeye,
Ağırlığı hissettik, rastgele sözler ettik
Sırf denizin sessizliği bozulsun diye.”
Acaba o akşam, genç kadının telefonuna gelen mesajın amacı bu muydu?
Sırf sessizlik bozulsun, hüznün ağırlığı öylesine söylenmiş sözlerin etkisiyle yoğunluğunu yitirsin diye mi?
Buna “boş kalan çerçeve aşkı” diyebiliriz sanırım.
***
Nietzche ilk eseri Tragedyanın Doğuşu’nda Apollon ile Dionysos’un arasındaki çelişkiye dikkati çeker.
Ona göre Apollon; biçimin, uyumun ve kontrolün, Dionysos ise taşkın ve coşkun duyguların, tutkunun simgelendiği iki kavramdır.
Mantık ile kalp nadiren aynı şeylerin gerçekleşmesini ister.
O gece, o mesaj gönderildiğinde, hattın iki yanındaki iki ayrı cinsten insan meseleye nasıl bakıyordu?
Kalbi heyecanla çarpıyor ama mantığı “akıllı ol, aynı suda iki kere yıkanılmaz” mı diyordu?
Mesajı yazan Apollon, yanıtlamayan Dionysos muydu? Ya da tersi?
Mesajcı Apollon ise belli bir amacı hedefleyerek o mesajı atmış olmalıydı.
Mesajı yollayan Dionysos ise duygularına hakim olamadığını, yenildiğini gösteriyor.
Ve mesajın örtülü anlamı neydi sorusunu da sormalıyız:
“Senden ayrıldım ama aradığım gibi birisini bulamadığım için geri dönmek istiyorum” mu demek istiyor?
Durum buysa, mesajı alana yarışı peşinen kaybettiğini, ikinci olduğunu, birinci ortaya çıkarsa yeniden bırakılacağını ihsas ediyor.
Kim birisinin “ikinci tercihi” olmak ister?
***
Yıllar önce Piyale Madra, Radikal’de bir karikatür çizmişti, o günden beri de ne zaman hatırlasam tebessüm ederim.
Karikatürde iki kadın konuşuyor. Biri koltuğa oturmuş, öteki mutlu bir yüzle manzarayı seyrediyor.
Yüzünden mutluluk akan kadın şöyle diyor: “Şu dünyada benim de bir ruh ikizim var, biliyorum. Ve bir gün ona rastlayacağımı da biliyorum.”
Öteki kadının yanıtı, mutlu kadının yüzünü allak bullak etmeye yetiyor: “Geçen seneki ruh ikizine ne oldu?”
Bitmek bilmeyen bir arayışta, cümleler arasındaki virgül müydü acaba o mesaj?
O ruh ikizinden, bu ruh ikizine giderken, arada bir durulup, soluklanılacak bir liman mıydı?
***
“Meksikalı” isimli filmde Julia Roberts (Samantha), “bir dargın, bir barışık” sevgilisi Jerry rolündeki Brad Pitt’e şöyle sormuştu:
“Birbirini gerçekten seven ama bir türlü tam olarak anlaşamayan sevgililer ne zaman ayrılırlar?”
Jerry’nin yanıtı kısaydı: “Hiçbir zaman!”
Gerçek hayatta böyle aşklar var, çoğunu da gazete ve dergilerden izlemiştik.
Ayrılsalar da ayrılamayan çiftler.
Jane Birkin – Serge Gainsburg ya da Elizabeth Taylor – Richard Burton aşkları öyle aşklardandır.
Aslında birbirlerine deli gibi aşıklardır ama aynı çatı altında uzun süre birlikte olamayacak kadar da kendilerine göre yaşamak peşindedirler.
Bazen öyle aşklar yaşanır ki bu bitmez, bitirmek istesen de, bitirmek istese de!
Aşk, kişiliklerin tek bir kişilik olma haliyse, böyle aşklar için kendi varlığı konusunda ayak direyen, çekimine kapıldığı insanın ruhunun içinde eriyip yok olmayı reddeden iki özgür ruh gerekir.
Böyle bir ilişkide her zaman söylenecek bir söz, verilecek bir öpücük vardır.
Ve o son söz söylenmeden, son öpücük verilmeden de aşk bitmez, bitirilemez.
Kim bilir, bizim gece yarısı mesajcısı belki de böyle bitmeyecek bir aşkın son öpücüğünün arayışı içindeydi.