M. Melih Güneş

18 Aralık 2014

Ruhen komünist ve demokrat Nâzım Hikmet’e hürmeten

Nâzım Hikmet Tarihi’ne karıştırılan yalan yanlış bilgilere dikkat etmeli, özenli ozanımıza hakettiği titizliği göstermeliyiz.

15 Aralık Pazartesi günü Boğaziçi Üniversitesi’nde Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Merkezi’nin açılış töreni vardı. Doğrusu o günü yıllardır bekliyordum. Çünkü bu merkez için yola çıktığımız başta Gündüz Vassaf ve Raşit Çavaş bir avuç arkadaşın hayalinin gerçeğe döndüğü gündü.

Hazırladığım Nâzım Hikmet Müzesi / Edebiyat Araştırma ve Eğitim Merkezi başlıklı dosyayı Şehrime Ulaşamadan Bitirirken Yolumu sergisinin kataloğuyla birlikte koltuğumun altına alıp 4 Haziran 2010 günü, dönemin Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Özçaldıran’ın karşısına geçmiştim. Sonra Ağustos ayının başında Sedef Adası’nda bir araya geldik, bir çalışma grubu oluşturduk ve ilk toplantımızı adada yaptık, sonrakini de İkbal Kahvesi’nde. Sonrakileri rektörlükte rektörlerle... 

Merkez’in açılışıyla ilgili pek çok haber ve röportaj yayımlandı. Okuduğum yalan yanlış bilgileri düzeltme sorumluluğu duydum ve yazıyorum.

Ne zaman doğrusunu bildiğim, hele bile bile yanlış söylenen bir şey olursa aklıma bir kaç yıldır Nâzım Hikmet’in biricik oğlunun annesi Münevver Andaç gelir ve bana “haydi susma!” der sanki. Münevver hanım Nâzım Hikmet’e yazdığı 227. mektubunda Fikret Adil’den bahseder.

“Meğer Fransızcada Con ile başlıyan binlerce değilse, yüzlerce kelimelerin başındaki heceyi Fransızcadaki bugünkü manasına alıyormuş. ‘İşte, diyordu, bunlar hep dişi kelimeler. Freud lisanın bu tarafını görememiş’.  Ben de ağzımı açıp herkesin içinde con refiksinin Latincedeki cumdan geldiğini, ile manasına geldiğini, dişilikle hiç alakası olmadığını bir türlü söyliyemedim... Yani bir gün o muhitte, daha doğrusu o toplantıda bulunanlardan biri Fikretin bu bilgiçliğine dayanarak yazısında bu gibi bir nazariye atarsa, mesuliyeti bana aittir, doğrusu...”

Bir de Nâzım Hikmet’in yayınlanması için gönderdiği Yalanlama ve Doğrulama başlıklı bir yazısı var. Kitap-lık dergisinin 137. sayısında yayımlatmıştım. Yalan-yanlış bilgilere tepesi atar ve yayımlanması için doğrularını gönderir.

İlk diyeceğim odur ki Merkez Müdürü’nün Radikal’e verdiği söyleşide dediği gibi “...aslında kültür ve sanat araştırmalarını desteklemek için kurulmuş, adı Nâzım Hikmet konulmuş bir merkez” olduğu doğru değildir. Nâzım Hikmet adına ve önceliği Nâzım Hikmet olarak kurulmuş bir Merkez’dir. Merak eden yönetmeliğini okuyabilir.

Röportaja devam edelim: “Türk Dili Edebiyatı başta olmak üzere, Batı Dilleri Edebiyatları, Çeviri Bilim, Tarih, Yakın Tarih gibi bölümler biraya gelerek disiplinler arası bir merkez kuruyorlar geçtiğimiz yıl. Bu merkezin adının Nâzım Hikmet olarak verilmesi de ...”

Doğru değildir. Merkez çalışmaları Kadri Bey’le görüşmeyle başlamış ve sonrasında bir avuç insanın bir araya gelmesiyle gelişmiştir. Yani Boğaziçi Üniversitesi bir merkez kurmuş da adı da Nâzım Hikmet konulmuş değildir. Boğaziçi Üniversiesi, adı Nâzım Hikmet, amacı başta Nâzım Hikmet olan bir Merkez kurmak için çalışmış, çabalamış, gerçekleştirmiştir. Önce bu bilinmelidir.

Açılış törenine konuşmacı olarak çağrılan Orhan Pamuk bazı gruplarca protesto edilmiş, törene video kaydıyla katılmıştır. Orhan Pamuk’un yazarlığını ya da düşüncelerini beğenseniz de beğenmeseniz de dünyada önem verilen bir yazardır. Nâzım Hikmet’e dair görüşleri de önemli olmalıdır, bilinmeli, kayda geçmelidir. Bir yandan protestodaki gerekçeler de anlaşılabilir. Gönül ve akıl elbette ki Nâzım Hikmet için emek vermiş ya da bilgili birilerini böyle bir açılış töreninde konuşmacı olarak görmek isterdi. Nobel ödüllü yazar da sırası geldiğinde muazzam bir konferans verebilirdi.

Boğaziçi Üniversitesi’nde böylesi bir merkez kurulduğu için haber vermek dışında bir yorum yapmayan kişi ya da topluluklar Nâzım Hikmet’in en belirgin karakter özelliklerinden biri olan demokratlığına inat, bağcı dövmek niyetindeymişçesine veryansın etti. Acaba kişi ya da grup olarak 1 tanesi bir teşekkür mektubu, destek sözü göndermiş midir Merkez’e ya da rektörlüğe? Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olduğunu bir kenara bıraksak bile, bir devlet üniversitesinde Nâzım Hikmet’in adını taşıyacak bir merkezin kurulmuş olması çok önemlidir, çok değerlidir. Nâzım Hikmet kimsenin tekelinde değildir, olmamalıdır. Şairin paylaşımcı ve demokrat karakterine, kimilerinin yakıştırdığı gibi “romantik” değil “ruhen komünist” dünya görüşüne aykırıdır.

Üniversite de bu karşı görüşlere bildiğim kadarıyla yalnızca tören salonu dışında ses çıkarmadı, davetiyesi olmayanı da içeri sokturmadı.

Librettosunu Nâzım Hikmet’in yazdığı Bir Aşk Masalı’nın bestecisi Arif Melikov, Bakü’deki konservatuvardaki odasında bir yandan kuyruklu piyanoda çalmış bir yandan da anlatmıştı, kendisinden dinledim. Bir Aşk Masalı’nı oynamak için Türkiye’ye gelmişler. Lakin afişten Nâzım Hikmet adının çıkarılmasını şart koşmuş dönemin bakanlığı. Arif Ağabey de “Nâzım yoksa ben de yokum” demiş ve gösteri iptal edilmiş. Nâzım olsaydı eminim “Gençler, öğrenciler yoksa ben de yokum” derdi. Bunu SSCB’deki tavırlarını bilerek söylüyorum. Kabrinin yaratıcılarından biri olan heykeltraş Nikolay Silis’ten de dinledim buna benzer bir olayı.

Şimdi gelelim Orhan Pamuk’un konuşmasındaki “hapse gönderilmesine rağmen Atatürk’ü sevmeye devam eden Nâzım Hikmet’in, 1950’de hapisten çıktıktan sonra Kuvayi Milliye Destanı’nı yarım bıraktığı” iddiasına ve konuşmasındaki bazı konulara:

 

1. Asım Bezirci Cem Yayınları’ndan çıkan incelemeli kitaplarda uzun uzun destanın hikayesini yazar. Şairimize dönelim yine, kendisi demiştir “Ve biz de burda bitirdik destanımızı.” diye. Destanı bitirmiş yani, b i t i r m i ş. Sene 1941, yer Bursa Hapisanesi.

...

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

cahil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların mâceraları vardır...

 

939 İstanbul Tevkifanesi,

940 Çankırı Hapisanesi,

941 Bursa Hapisanesi.

 

Velhasılıkelam işte bir doğrulama daha! Nâzım Hikmet bu destanı daha sonra Memleketimden İnsan Manzaraları’na dahil eder. Bunu Rusça baskı için 1962’de yazdığı önsözde de belirtir. Ses kaydı da vardır. Bu durumda Merkez’e bir görev çıkmış oluyor. Orhan Pamuk’un bu iddiasını doğrulamak ya da yalanlayıp kesinleştirmek. Doğru değilse de iddiayı ve kaynağını çürütmek...

Bildiğim kadarıyla Memleketimden İnsan Manzaraları’nın ilk basıldığı ülkelerden birisi İtalya. 1961 yılında In Quest’ Anno 1941 (Şu 1941 Yılında)  başlığıyla. Nâzım Hikmet bunun “İnsan Manzaraları’nın üçüncü kitabı” olduğunu yazar. 1962 yılında da SSCB’de Çeloveçeskaya Panorama (İnsan Panoraması)  adıyla ve Nâzım Hikmet’in önsözüyle basılıyor. Bu önsözün Türkçe orijinali Sözcükler  dergisinin 17. sayısında yayımlandı. Nâzım Hikmet kendi kaleminden üstelik Türkçe, Türk Millî Kurtuluş Destanı’nı yani Kuvayi Milliye’yi içerdeyken bitirdiğini ve Manzaralar’a sonradan aldığını tane tane anlatır.

2. Nedim Gürsel, Nâzım Hikmet’in Stalin şiirini ortaya çıkardı diye değil, Nâzım’ın Stalin’le ilgili bilinmeyen şiirini ortaya çıkardığını iddia ettiği için tepki çekmiştir. Abidin Dino bunu geniş bir şekilde anlatmıştır. Şiir, ilgili herkesin bildiği, Stalin’in ölümü üzerine (Nâzım Hikmet Barviha Sanatoryumu’nda hasta yatarken) 1953 yılında yazılmış, 1954 yılında da üstelik Türkçe olarak Seçilmiş Şiirler kitabında yayımlanmıştır. Şiirin yazılma hikayesini de Vera Tulyakova’dan biliriz.

3. Zekeriya Sertel’in anılarına, daha doğrusu anlattıklarına gelince –ki zaten kendisi de artık “hatırladıklarım” başlığını koymuştur- Nâzım Hikmet’i 1951 yılında Moskova’ya trenle getirtir. Bu durumda Vnukovo Havaalanı’nda uçaktan inişini gösteren fotoğraflar, filmler, gazete haberleri yalan mıdır?

Gerçek ve doğru için önce belgeye bakmak gerekir.

4. Nâzım Hikmet’in 1950’den sonra Atatürk’ü sevip sevmediğine dair yukarıda sözünü ettiğim kendi yazısından bir alıntıyla gelelim Atatürk meselesine:

“...Türkler aleyhinde propaganda yaptığım yalandır, hiç bir millet aleyhine propaganda yapmam, çünkü çok şükür komünistim. ‘Türkiye, Atatürk Türkiyesi olmaktan çıktı’ demişimdir, diyeceğim de, doğrudur... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yirminci yüzyılın ilk emperyalizm düşmanı kavgasını yapan, bu kavgadan muzaffer çıkan Türk milletinin aynı savaşa yeniden başladığı doğrudur.”

Nâzım Hikmet’in ve o dönemin Kemalizm’inin farklılığına dair bir belge gibidir bu cümle.

Törenden diğer bölümler:

Nâzım Hikmet’in gönül ilişkilerine ağırlık verircesine ve Galina Kolesnikova’yı aklayıcı görüntüleri Merkez’in açılış töreninde tekrar izledik. Kolesnikova Nâzım Hikmet’i an be an izlemiş, raporlamıştır. Nâzım Hikmet’in tüm eşyalarına, elyazmalarına, ithaflı kitaplarına, resimlerine, gümüşlerine bir noter senediyle el koymuş biridir. Videoda gösterildiği gibi Nâzım Hikmet kendisinden kaçarcasına ayrıldıktan sonra ona şöförüyle kazak gönderen bir melek değil, Nâzım’ın kardiyografi cihazından tartısına, daktilosuna kadar onun için gerekli eşyaları vermemiş bir hınç alıcıdır (Aziz Nesin de Türkiye Şarkısı Nâzım  kitabında nesnel olarak gözlemlerini aktarır). Bunu 2009 yılında, Urallar’daki evinde kendisini ziyaretimde gördüm. Peredelkino’daki her şeyi, otomobiline değin almasına rağmen Nâzım Hikmet Kislovods’tayken Moskova’daki evini ve banka hesabını da boşaltmış biridir. Doktorluğu kesin değildir, kesin doktor olarak bilinen Nâzım Hikmet’in adını şiirine verdiği Lidi Vanna’dır, Lidi vanna ile birlikte fotoğrafı da vardır. Kolesnikova’nın tahrip ettiği, müsvedde niyetine kullandığı Nâzım imzalı bazı notlar ve fotoğraflar arşivimdedir. Bugün Nâzım Hikmet’in bazı elyazmalarını bulamıyorsak bunlara el koyan Kolesnikova’nın payı büyüktür diye düşünürüm.

Nâzım’ın SSCB’de bile 1932’den sonra yok sayılarak 1950 yılında yeniden yayımlanmasını başlatan bir hareket olduğunu düşündüğüm Açlık Grevi sergisi de sırası gelince yapılması gereken sergilerden biri olabilirdi. Bu düzeltilmesi değil eleştirilmesi gereken bir konu olabilir ki bu yazının konusu dışında kalır.

Nâzım Hikmet’e dair bildiğim doğruları söylemeye çalıştım. Çok bilen çok yanılırmış denir, yanıldığım yerler varsa demokratça ve nezaket çerçeveleri içinde bildirilmesinden memnuniyet duyarım. Açılış töreni sürecindeki konuşmalar internette yayılınca düşüncelerimi ve doğru bildiklerimi yine internet ortamında aktarmayı gerekli gördüm.

Nâzım Hikmet Tarihi’ne karıştırılan yalan yanlış bilgilere dikkat etmeli, özenli ozanımıza hakettiği titizliği göstermeliyiz.

Belki yinelemek olacak, olsun: Boğaziçi Üniversitesi’nde Nâzım Hikmet adına bir merkez açılmış olması çok önemlidir, değerlidir, hayırlıdır. Zaman içinde üniversitenin kurumsal kimliğinin ve olanaklarının da gücüyle uluslararası alanda önemli bir edebiyat merkezine dönüşeceği Nâzım’ımıza dair en büyük hayal ve umutlarımızdandır, hatta inancımızdır. Kişisel olarak çorbaya tuz, şerbete şeker olmamsa ancak onur verir. Herkes de elinde, aklında ne varsa böylesi bir tek merkezde toparlanması için duyarlılık göstermelidir. Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin kurulması, yurdundan kopartılmış Nâzım Hikmet’e karşı duyduğumuz vicdan borcunun giderilmesinde, adeta Ferhad’ın demir dağı delerek kopardığı parçadan koca bir kilometre taşıdır. Bu taşlar bizi uluslararası alanda bilinirliği ve ziyaretçisi artmış bir Nâzım Hikmet Müzesi’ne götüren yolda dizilidir. Süreç uzun ve meşakkatli olsa da umutsuz, soluksuz kalınmamalıdır. Bu Nâzım Hikmet için değil, kendi kültür tarihimiz ve kültür bilincimiz için gereklidir.