Kerem Altan

25 Ağustos 2013

Mesaj çok açık değil mi?

Bizim Başbakan hayatını kaybeden iki genç insanın arasında 'seçim' yaparak topluma, 'Bazılarınız ölseniz de umurumda değilsiniz' diyor

 

Beş dakikalığına, bir başbakanın gözyaşlarına dil uzatacak kadar “insanlıktan çıkıp” sonra yeniden normale döneceğim.

Biliyorsunuz Başbakan Erdoğan son derece duygusal günler geçiriyor. Mısır ve Suriye’de yaşanan katliamlar henüz sona ermemişken İhvan liderlerinden Muhammed El Biltaci’nin darbeciler tarafından öldürülen kızı Esma’ya yazdığı mektup bardağı taşıran son damla oldu ve Başbakan daha fazla gözyaşlarını tutamadı. Televizyonda kendisini milyonlarca insan seyrederken hüngür hüngür ağladı.

On yedi yaşında bir kız bir direniş sırasında vurularak öldürülmüştü, her ne kadar bir başbakanın ekranlarda böylesine gözyaşlarına boğulması çok sık rastlanan bir şey değilse de olay gerçekten yürekleri sızlatacak ve insanın gözlerinin yaşarmasına neden olacak kadar trajikti.

“En büyük tuzak Allah’ın tuzağıdır” diyorlar ya, tam da Başbakan gözyaşlarına hakim olup yeni yeni kendine gelmeye başlarken, Eskişehir’de Gezi olayları sırasında, “evinde zor tutulan” eli sopalı sivillerin ve “başbakanın emir verdiği” polislerin birlikte öldürdüğü Ali İsmail Korkmaz’ın linç edildiği görüntüler basına yansıdı.

Zamanlama hiç olmadığı kadar “manidar” ve “tanrısal”dı. Tabii ister istemez gözler başbakana döndü. “Eyvah, daha yeni kendine gelmişti, ne olacak şimdi?” diye kaygılanılırken “korkulan” değil beklenen oldu.

Başbakan eskisinden de sağlamdı. O “hassas” adamdan eser kalmamıştı. Tıpkı Korkmaz’ın babası, “Ali’nin bu yaşta hayata veda etmesi haksızlıktır” diye isyan ettiğinde ya da Korkmaz’ın annesi “Ali niye direnmedin? Niye bizi bırakıp gittin?” diye feryat ettiğinde yaptığını yaptı, duymazdan, görmezden geldi. Kim bilir belki de “acısını içine attı”.

Öyledir bizim Başbakan, eğer canı öyle aman aman yanmadıysa kolay kolay göremezsiniz onu ağlarken.

Roboski’de 34 insan öldü, başbakanın gözleri bile dolmadı, Gezi’de 5 kişi hayatını kaybetti, başbakan “yazık” bile demedi.

Mısır’daki ölümler için haykıran yürek, Türkiye’deki ölümler için buz kesti.

Bir başbakan kendisine benzeyenlerin acılarına açık açık ortak olurken, kendisine benzemeyenlerin acılarını görmezden geliyorsa, hatta çoğu zaman bu acıların doğrudan sorumlusu oluyorsa, toplumun bir daha geri dönüşü olmaksızın tam ortadan ikiye bölünmesinde de en büyük pay sahibi olmaktan kaçamaz.

Bizim Başbakan da tam olarak bunu yapıyor. Hayatını kaybeden iki genç insanın arasında “seçim” yaparak topluma, “Bazılarınız ölseniz de umurumda değilsiniz” diyor.

Onun için çocuklar, ölümüne ağlanacak ve ölümüne aldırılmayacak çocuklar olarak ikiye ayrılıyor.

En insani tepkilerden biri olan gözyaşlarının insanlığı böylesine ağır yaraladığı zor görülür herhalde. Üstelik Başbakan'ın gözyaşları sadece insanlığı yaralamıyor, bu ülkeyi de kör bir bıçak gibi kanırta kanırta “her ölüme üzülenlerle, bazı ölümlere üzülenler” olarak ikiye bölüyor.

Vurarak da bölüyor, ağlayarak da bölüyor.

 

El insaf! Bu nasıl yalnızlık?

 

İngiltere’de başbakanlık da olmak üzere çok farklı kademelerde görev yapmış Arthur James Balfour, kendisine ‘Diplomasi nedir?’ diye soran bir gence şu hikayeyi anlatır: ‘Bir zamanlar tüm doğuya hakim olan bir padişah varmış. Padişah bir gece uykusunda bütün dişlerini teker teker kaybettiğini görerek büyük bir korkuyla uyanmış ve gördüğü rüyayı hemen bir tabirci çağırarak anlatmış. Tabirci rüyayı söyle yorumlamış: ‘Bu dişler senin çocuklarındır’ demiş, ‘birer birer hepsi ölecek, sen de onların ölümlerini göreceksin.’

Hiddetlenen padişah hoşuna gitmeyen bu yorum üzerine adamın kellesini vurdurmuş ve yeni bir tabirci çağırılmasını emretmiş.

Gelen tabirci ise rüyayı şöyle yorumlamış: ‘Ülkemizin geleceği için güzel bir rüya bu padişahım. Dişleriniz çocuklarınızdır, siz de Allah’ın sevgili bir kulu olarak o kadar uzun bir ömür yaşayacaksınız ki ülkemizin aydınlığı için bütün çocuklarınızdan fazla yaşayacaksınız.’

Padişah bu yorumdan memnun kalarak ona bir kese altın vermiş.

Balfour gence dönerek, ‘İşte diplomasi budur!’ demiş.”

Son zamanlarda ‘ters düşmediğimiz’ ülke kalmadı neredeyse. Komşularla sıfır sorun derken komşu olsun olmasın herkesle kavga halindeyiz. Yine “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” günlerine geri döndük.

“Darbelere karşı dimdik durmanın bedeli yalnız kalmaksa, kalalım anasını satayım” gibi “pazarlanmaya” çalışılsa da “değerli yalnızlığımızın” asıl nedeni ilkeli duruşumuz değil tam tersine tıpkı iç politikada olduğu gibi dış politikada da ilkesiz ve yetersiz olmamızdan kaynaklandığı örneklerle ortada.

Her gün küçümsenerek aşağılanmanın neresi değerli onu da tam anlamış değilim. Üstelik bu aşağılamalara ne verebilecek bir cevabımız, ne de buna cesaretimiz varken.  

Belki diplomasiyi de en iyi başbakan bildiği için bu haldeyiz. Önüne gelene “posta koymak”, “belge var” diye uydurmak bedeli çok ağır olabilecek “girişimler”. Üstelik onlarca örnekle desteklenebilecek bir samimiyet sorunu varsa ortada.

Allah’tan kendimizi çok yalnız ve değersiz hissedersek koşup birkaç çift laf edebileceğimiz, çekinmeden dertleşebileceğimiz, bizi bizden iyi anlayan El Beşir gibi bir dost orada duruyor. Bunun da “değer”ini bilmemek bize yakışmaz.

Beşir’in dostluğu da “yalnızlığımız” kadar “değerlidir” çünkü, Erdoğan’ın yandaşları çöken bir dış politikayı savunabilmek için kıvranırken bu değerli dostluğun hakkını da vermeli bence.