Geçen haftaki "iyilik trendi" konulu yazıyı okuduysanız (okumadıysanız burada), İstanbul'un gizemli Robin Hood'unda kaldığımızı hatırlarsınız. Dar gelirli mahallelerde zarf içinde para dağıtan, veresiye defterlerindeki borçları kapatan bu kahraman bir Milli Piyango zengini mi yoksa sadece gönlü zengin bir vatandaş mı bilmiyoruz. Ama umutsuz durumdaki bir dünyanın süper kahramanlarından olduğu kesin!
Eskiden, "cool olmak" bir nevi "kötü olmak" demekti. Naomi Campbell gibi ünlülerin yanlarında çalışanlara nasıl davrandığını görüp "çünkü Naomi Campbell" diyebiliyorduk. Bugün ise 125 kişilik ekibine turne sonrası tatil hediye eden Taylor Swift gibilerin, kedi kurtararak haber olan Ed Sheeran'ların, vücut olumlaması aktivisti Jameela Jamil'in ve onların fanlarının dönemi.
Çünkü artık iyi insan olmak, halden anlamak, duvar örmek yerine iletişim kurup sorun çözmek adeta bir politik hareket gibi. Dünyanın düzenine bir başkaldırı. Ayrımcılığı artıran, nefret saçan politikacılara karşı derin ve akıllıca bir protesto aslında.
Eskiden, "erkekleri mutlu etmenin 101 yolu" gibi başlıklar atan kadın dergilerinde bile artık politika var. Daha da fazlası, çok çeşitlilik, birlikte güçlü olmaya özendirme var. Vogue dergisinin İngiliz edisyonunun Eylül sayısının kapağında "Değişim Gücü" başlığı altında 15 kadın vardı. Derginin konuk editörü ise Sussex Düşesi Meghan Markle idi. Onun isteği üzerine bu 15 kadının fotoğraflarında hiçbir oynama yapılmadı. 15 kadını da o seçti. Kapakta kendi fotoğrafının olmasını istemedi, kendi kendini övmek gibi olmaması için. Onun yerine aynalı bir bölüm ayırdı. Bakan kişinin kendini de o değişimin bir parçası olarak görmesi için. Edito yazısındaysa şöyle diyordu: "Tüm bu kadınların hikayelerinde bulacağınız ortak duygunun pozitiflik, iyilik, diğerkamlık ve espri anlayışı olacağını umuyorum."
"İyilik trendi"nin uygulayıcısı olmak ya da trendlerden bağımsız iyilik yapmak için elbette çok ünlü olmak, milyoner olmak ya da para saçmak gerekmiyor. Bazen sadece ağır bir kapıyı tutmak, dolmuştan inen teyzeye yardım etmek, asansörden inerken tanımadığınız diğer yolculara "iyi günler" demek de yeterli. Karşılığında bir gülümseme dahi almasanız da, insanlar size tuhaf tuhaf baksa da bunları yapmaya devam etmek asıl mesele. Sizin küçük bir iltifatla gülümsettiğiniz kişinin o gülümseme ile bir başkasına "günaydın" demesi, içten "günaydın"ı alan kişinin belki de çok sinirleneceği ve karşılığında iyice huysuzlaştıracağı bir taksiciye hoşgörü ile yaklaşması, o taksicinin normalde almayacağı yöne bir yolcu alıp yolcunun saatlerce taksi beklemesini önlemesi, bu güzellikle taksiden inen kişinin, işyerindeki güvenliğe selam verip onların işine saygı duyduğunu göstermesi, güvenliğin takdir görme sevinciyle işini daha sıkıya alması ve belki de o gün yaşanacak bir hırsızlık vakasını önlemesi sadece basit bir senaryonun zincirleme parçaları olabilir. Çünkü en ufak hoşgörülü, diğerkâm, kibar, kendinden ötesini gören davranışın bile dalgalanarak büyüme etkisi var. Tıpkı faşizmin, ayrımcılığın, öfkenin, olumsuzluğun, yapıcı olmayan veya kötü niyetli eleştirinin, başkasının arkasından nifâk içeren konuşmaların yarattığı dalgalanmalar gibi.
11 Eylül'den sonra artan ayrımcılığa inat, sinemalarda eskiden kötü olarak bildiğimiz karakterleri anlamamızı, empati kurmamızı hatta sempati duymamızı sağlayan filmler artmasının sebebi de bu. Uyuyan Güzel'in kraliçesi Malefiz'in popülerliği ya da senelerdir düşman bildiğimiz Joker'in neredeyse bir halk kahramanına dönüşmesi gibi… Çocuklar kötü karakterin de kötü olmasının arkasındaki hikayeyi öğrenerek büyüyorlar artık. Sorgulayarak, empati duyarak.
Oysa bizim çocukluğumuzda her masalın, filmin sonunda "iyiler" kazanırdı. Çizgi filmlerde, filmlerde, masallarda çok net bir iyi/kötü ayrımı vardı. Kötüler kötü kötü güler, hain bakışlarla el ovuştururdu. İyilerse pastel renkler içinde şarkılar söylerdi. Şimdi düşününce… Bize iyi ve kötüyü aşırı keskin kalıplarla öğreten o dönemde aslında iyi olanlar da alabildiğine kötü değiller miydi? Zavallı yapayalnız, huysuz, sevilmeyen, sevemeyen Gargamel ve Azman'a az mı çile çektirdi iyilik timsali mavi Şirinler? Ya Tom ve Jerry'ye ne demeli? Tom'un yüzüne çarpan kapılar, kafasına inen tavalar, üstüne düşen piyanolar… Tweety'nin "bir kedi gördüm sanki" dedikten sonra haylaz Sylvester'a neler neler yaptığını, 9 canından ettiğini unuttuk mu? Hayır yani en fenası da biz bunların hepsini kahkahalarla izledik, iyileri alkışladık.
Yeni çocuklar ise hem kendi hem de karşılarındakinin motivasyonunu anlayarak, iyi/kötü diye primitif bir şekilde etiketlemelerden uzak büyüyor. Kendinden farklı olana "tü kaka" demeden, önyargılı davranmadan saygı duymayı öğreniyor. Dünyayı ve insanlığı bu çocuklar kurtaracak işte. Eğer dünya diye bir şey kalırsa!
Ama tabii iyilik trendini destekleyen "Dünyaya karşı iyi olmak" da alabildiğine yükselen bir trend. O yüzden dünyanın daha çok nesiller göreceğine dair umudumuz var hala.
Doktor David R Hamilton, artık "en güçlünün hayatta kalması" teorisinin "en iyi kalplinin hayatta kalması" olarak değiştiğini söylüyor. "Atalarımız komüniteler halinde çalışırdı. O dönemde hayatta kalan en güçlü ya da en hızlı değil; diğerleri ile en iyi çalışabilendi. Tüm araştırmalar artık bunu gösteriyor" diyor. "İyilik kafası" diye bir kavramdan da bahsediyor Hamilton çünkü beynin doğal morfinleri sayılan dopamin ve opioidler iyilik yaptığında salgılanıyor. İyilik trendinin geleceği şekillendirmesine örnek olarak da İngiltere'deki Thames Nehri'ni gösteriyor. "70'lerde Thames Nehri ekolojik anlamda ölmüş durumdaydı. Gönüllülerin desteği ve temizlik çalışmaları ile şimdi bambaşka ve yepyeni bir yeşil bir ekolojik dengeye sahip. Çünkü doğayla, birbirimizle ve kendimizle ilişkimiz her zaman yeniden yazılabilir, iyi niyetli ve birlikte çalışma ile."
Tüm bunların yanında artan cinayet haberlerine, ekonominin haline, sokaktaki kavgalara bakınca ister istemez "iyilik savaşçılarının" adeta birer Kral Sisyphus olduğunu da düşünebilirsiniz.
Benim gibi şüphecilerdenseniz (meslek hastalığı diyelim) tüm bu trendleri harika bir pazarlama yöntemi ya da insanın egosunun tatmin olmasını sağlayan bir hareket olmasından endişe edebilirsiniz. "Neyin gözleneceğine karar veren şey, teorinin kendisidir" diyen Einstein'ı dinleyecek olursak, olaya nasıl baktığımız, içimizdeki iyiliğin oranı ve evrenin gücüne, insanlığa inancımızı da sorgulamamız gerekli o zaman. Empati, bağ kurmaya; yargılama ise mesafeye yol açar. Hangisini seçeceğiz?
Yani yine tüm mesele dönüp kendimize geliyor. Biraz fazla abartılıyor gibi duran Mindfulness, meditasyon, nefes çalışması gibi yöntemlerle anda olmayı öğrenmeye, hem kendimizle hem kendimizden ötesiyle bağ kurmayı öğrenmeye… Davranışsal Psikoloji uzmanı ve yazar Shahroo Izadi şöyle diyor: "Kendimize karşı daha iyi olunca başkalarına karşı da daha iyi oluyoruz. Artık kendimize özen göstermek bir bencillik değil; temel insani bir ihtiyaç olarak görülüyor çünkü içten dışa doğru yansıyoruz."
"Kendimi yargılamadığım zaman ben kimim" diye sormak ve bunu sık sık tekrarlamak en iyi başlangıç aslında. Sevilebilirliğimizden şüphe duymamayı, iletişim kurmayı, sevmeyi, sorunlardan kaçmaktansa sorunlarla yüzleşip çözüm yollarını aramayı kabul ettiğimizde, dünyaya bakışımız da değişiyor. Sinirli bir insana, huysuz bir yaşlıya, şımarık bir gence şefkat duymaya başlıyoruz. Masaldaki kötü karakterin neden kötü olduğunu anlıyor ve ona iyi olma, hikayesini baştan yazma şansı veriyoruz.
Popüler kültüre son derece işleyen bu sorgulamaların en iyi örneği, Netflix yapımı The Good Place dizisi. Bunu daha alt metinlerde işleyen Batwoman, Once Upon A Time gibi yapımlar da var.
Her an kat kat battaniyelerin altına saklanıp uzun yıllardır süregelen depresyonumu kucağıma alıp kendime iyi davranmayı aptallık olarak görebilir, yargılamalarıma ve yargılanmalarıma kanabilir, düşüncelerimi kontrol etmektense egonun, travmaların, öğretilmişlerin sesini dinleyebilir, hatalarım için kendimi suçlayabilirim. Günlerce, aylarca, yıllarca hatta hayat boyu başarıyla ve bir zırh gibi kuşanarak yapabilirim bunu. Beni böyle olmaktan alıkoyan yegâne şey, bu yazıyı yetiştirme zorunluluğum olabilir bazı günlerde. Travmaların bu şekilde bedenimde sıkışıp kalmasına izin vermemek de benim elimde. O yüzden böyle günlerde kısa bir yürüyüş yaptığımda, sokakta hiç tanımadığım bir insanın gülümseyerek yol vermesi bile umut ışığı olabiliyor. Yeter ki o gülümsemeyi ve açılan yolu görecek kadar açık olabileyim.
Ama o depresyon battaniyelerinin altında, The Good Place izlerken düşünmeden edemiyorum: "Sokakta engelli birine yol verdiğimde aslında onun o olmayan kaldırımlarda bile sokakta olma gücünü küçümsemiş mi oluyorum? İyilik değil, saygısızlık mı yapıyorum?", "Benim iyilik diye düşündüğüm şey ya başkasına kötülük olarak geliyorsa?". Bunun sonu yok çünkü sorgulamanın sonu yok. Ama tanıdığın ya da tanımadığın birini gülümsetebilmenin, kendini iyi hissetmesini sağlamanın, "yalnız değilsin" mesajı vermenin "birlikte" alınan hazzı da sonsuz! Yani yine, neyi seçiyorsanız osunuz ve ben her gün sokaklarda pelerinsiz süper kahramanlarla karşılaşmayı seçiyorum. Belki onlardan biri sizsiniz ve belki bugün yolumuz kesişir!
NOT: Geçen haftaki yazıya cevaben bir öğretmenden çok güzel bir mesaj aldım: Kültür ve Çocuk Spor Kulübü'nden, AB eTwinning projesinden bahsediyordu mesajında. Çocuklara sporu sevdiren, çevre duyarlılığını öğreten ve güzel kapılar açan bu "iyilik projesi" için öğretmen Selçuk Eleser'e teşekkürler. Süper kahramanlar böyle öğretmenlerle yetişiyor!