'Zincire Vurulmuş Prometheus' figürü, insanlığın tarihine eklenmiş "bilinç ve özgürlük" sembolüdür ve o mitolojik figür, İsa'dan beş asır önceki tragedya yazarı Aiskhylos'un bir oyunun adı değildir yalnızca. Oyun metnindeki Okeanos'un "Benden öğüt dilersen, dikine gitme." uyarısıyla egemen güç karşısında 'uyumlu' olmaya çağırdığı kadim adlandırmayla "düğümleri çözen" kişi Prometheus, ölümlülerin dünyasında devlet mülkü içinde, dili ve kalemi olan 'sanatçı' kişiden başkası değildir. Bu yazımın konusu olan 25 Şubat 1907'de 'imparatorluk' coğrafyasında doğmuş Sabahattin Ali'nin 'devlet' mülkünde 1931-1948 arasındaki durumu, Okeanos'un uyarısını anımsatıyor. "Belaya karşı yürüme, düşün ki/ Çok sert bir tanrı var başımızda,/ Keyfinden başka yasa dinlediği de yok." Henüz çeyrek yüzyılındayken 1931'de "yıkıcı propaganda" yaptığı gerekçesiyle tutuklanmışken söz yerindeyse oyulan ciğerini onarmaya zaman bulamadığı on yedi yılın sonundaki 1948'de, aylar önceki ölümünün haberi duyulur, cebinden okuyacağı kitabı hiç eksik etmeyen yazarın.
Edebiyat sanatçılarının değerini bilmenin, onların yazdıklarını okuma yoluyla olmasına yönelik düşüncem, Sabahattin Ali için de geçerli elbette. Anton Çehov'un deyişiyle "ebedi bir yetim, bir sürgün ve bir günah keçisi, savunmasız bir çocuk" olan yazarı, kendi yazdıklarından başkası daha iyi anlatamaz. Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk adlı öykü kitaplarıyla Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanlarına Dağlar ve Rüzgâr adlı şiir kitabıyla Esirler adlı oyunu eklendiğinde "gözlüklerinin arkasından insanın gözüne dostça bakan" Sabahattin Ali karşımızdadır. Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, Çakıcının İlk Kurşunu, Mahkemelerde, Hep Genç Kalacağım… Belki daha başkalarıyla çıkacaktır karşımıza "ebedi yetim çocuk" yazar.
Sağlığındaki son kitabı 1947'de yayımlanan Sırça Köşk olan Sabahattin Ali'nin, tam tamına on yedi yıl boyunca, 1965 yılına kadar hiçbir kitabı yayımlanamadı Türkiye'de. Aman ne korku be! Kitapçılar bir yana bugünlerde, çocuk bezlerinin yanında Sabahattin Ali kitapları satılıyor Türkiye'nin marketlerinde. Aman da ne özgürlük şimdiki. Bir zamanların "hain" Sabahattin Ali'sinden geldik şimdi Türkiye'nin çok satan yazarlarından biri olan Sabahattin Ali'ye. Yıl 2022 ve Devlet Tiyatroları, bu ülkeyi dolaşarak Kürk Mantolu Madonna oynuyor. Kimin kimi ye(n)diğine kanıt aramaya gerek yok çünkü elinden ateşi alınmış Zeus gibidir gücünün süresi bitmiş her iktidar.
Sabahattin Ali & Anılar, İncelemeler, Eleştiriler (haz. Filiz Ali - Atilla Özkırımlı - Sevengül Sönmez, 2014), kendisinden "tanınmış" bir yazarın kitabını isteyen öğrencisine, "Tanınmış yazar arama, insan kitap okuya okuya yazar tanır." diyen Sabahattin Ali'yi bilmek isteyenler için önemli bir başvuru kitabıdır. Her ne kadar andığım bu kitabın ilk baskısı 1978'de, genişletilmiş ikinci baskısı 1986'da yapılmışsa da güncellenmiş bu üçüncü baskıya yeni yayınevinde başka eklemeler de yapılmıştır. Kitabın, ilk öykülerinin yayımlandığı 1930 yılı ile son kez kovuşturmaya uğradığı 5 Şubat 1948 arasındaki yıllarını "demokratik, laik, hukuk devleti" sınırları içinde geçiren Sabahattin Ali hakkındaki "Anılar" başlığındaki yazıların, "Zincire Vurulmuş Prometheus" adına dikkatlice okunmasında yarar var. Nazım Hikmet'in yazısını ilk kez okuyanlar, Sabahattin Ali'nin 1948'de öldürülüşünü sevinerek veren ve onun katilini "neredeyse milli kahraman diye" gösteren gazeteler olduğunu öğrendiklerinde, Ömer Seyfettin'in "Forsa" öyküsünün kahramanı yaşlı tutsak gibi yerden sivri bir taş alıp kafalarına vuracaklardır herhalde. Yazarın, eşi Aliye Ali ile kızı Filiz Ali'nin yaşadıkları ve yazdıklarındaki anılarında, Türkiye'nin "1930-1950 yılları arasını susarak geçiştiriyor" olanların utanç hanesine yazılacak ayrıntılar saklı duruyor. Anılar kitabın sonraki yazıları, Sabahattin Ali'nin romanları, öyküleri ve şiirleriyle ilgili yazılardır.
Bizde, çoklukla romanlarıyla bilinen ancak benim için -benim gibilerin de elbette- daha çok deneme ve eleştirileriyle öne çıkmış, edebiyatın ne olduğu kadar edebiyatın iktidar ile ilişkileriyle ilgili dikkate değer görüşleri olan Perulu yazar Mario Vargas Llosa, "Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olan insanlara bir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır." (Edebiyata Övgü, 2014) derken edebiyatçının, siyaseten karşılaşacağı güç engelini dolaylı yolla önceden anlatmış olur. Her siyasal iktidara göre kendi yönetimindekiler uyumlu ve mutlu kişiler olmalıdır, edebiyatçı ise bunları yoldan çıkaran demektir. İktidarın ön hesabıyla uyumsuz ve mutsuz olan kişiler edebiyat aracılığıyla bütünlendiklerinde bu, potansiyel bir tehlike olacağından yazar, peşinen suçlu olandır. Uzak yakın, anımsayabildiğiniz kadarıyla siyasal iktidar sahiplerinin edebiyatın sanatçılarına yönelik aşağılayıcı söylemlerinde, aç karnına kestane balı yemiş kişinin hazımsızlık durumu olması bundandır. Bu nedenle yazımın başında alıntıladığım, "dikine gitme" uyarısı yalnızca Sabahattin Ali için değildir.
1931, yirmi dört yaşındaki genç yazarın ilk sorgulanma yılıdır. 1930'da Almanya dönüşü Aydın Ortaokulunda Almanca öğretmenliğine atanan Sabahattin Ali, aynı yıl öykülerini de "Resimli Ay" dergisinde okurlarıyla paylaşmaya başlar. 1931'deki "yıkıcı propaganda" suçlamasına yazdığı savunma, henüz bir kitabı yayımlanmamış genç öykücünün "dikine" gidişini gösterir: "bir fikre sahip olmak cürüm[suç] değilse ona ona lisan vermek de cürüm değildir." Mahkemelerde (2012) kitabından (Belge 1) bir bölüm:
"Ben bir kafa taşıyorum. Bu kafa yalnız karnımı doyurmak, üstümü giydirmek imkânlarını ihzar edecek bir makine, bir uşak değildir. İnsan dimağlarının ekmek parasından maada[ayrı, başka] da meşgul olması icap eden bir takım meseleler vardır ki bunların gündelik hayatla bir guna [gidiş, tarz] alakaları yoktur. Fakat münevver adam diye, işte bu 'ekmek parasından başka şeyleri de düşünen' adamlara derler. Hükümet gazeteleri 'Avrupa medeniyeti yıkılıyor ya, Amerikan yanlısı medeniyetin kabulüne mecburiyet hâsıl olacaktır' diye neşriyatta bulunurken bir muallim bunların ne olduğunu bilmez bunlar arasında mukayese yapmak iktidarına malik olmazsa asıl ayıp olan budur. Hakkımdaki isnatların asıl sebebi benim muhitimden ayrı yaşayışım, hatta onlara biraz da tepeden bakışımdır. Fakat bu çok tabidir. Muhitim beni tatmin edemediği müddetçe onlardan uzaklaşmaya ve beni doyuran kitaplarıma dönmeye mecburum. Onlara benzemeyişim ve tabiatın bunların fevkinde halk etmiş olması benim cürmüm değildir. Bunları yazmak da bir tefahür [övünme, övünç] sayılmaz. Çünkü beni böyle yapan ben değilim. Beni asıl müteessir eden memleketin en büyük mütefekkirlerini kucağında toplayan vekâletimizin beni 'fikir sahibi' olduğum için kabahatli görmesidir."
Sonraki yıllarda açılan davalar, tutuklamalar, toplatılan kitaplar ve kapatılan dergiler… Hepsi bu "kafa taşıma" ile ilgili suçlardır ve ne çok kişi bu suçla suçlanmıştır. Sabahattin Ali'den hareketle tarihsel süreçte hemen her iktidar gücünün kendince haklı gerekçelerle ayak uyduramamış bu kafa taşıyanları suçlamasına bugün için de şaşmamak gerekir. Tiyatrosu İstanbul'da oynanırken "muzır neşriyatta bulunmak" suçuyla sürgüne gönderilen Namık Kemal, kellesi vurulan Nef'i, derisi canlıyken yüzüldüğü söylenen Nesimi ve başkalarını ekleyin listeye… Gençleri yoldan çıkarmakla suçlanan Sokrates'e, belki ondan da öncekilere çıkar yolun ucu.
Almanya'dan "oldukça yüklü kitapla" dönen Sabahattin Ali'nin, kardeşinin anlatımıyla evindeki "bir adam boyundan kısa, gittikçe yere doğru inen ve yerde biten bir tavanıyla küçük bir sandık odası" onun "kitap odası" olmuştur. Belki kitaplarından da renklidir onun çevresindeki kitaplarla büyümüş dostları: Pertev Naili Boratav, Mustafa Seyit Sütüven, Nurullah Ataç, Niyazi Berkes, Yaşar Nabi Nayır, Necil Kazım Akses, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Suut Kemal Yetkin, Melahat Özgü, Malik Aksel, Nurettin Sevin, Cevat Dursunoğlu, Tahsin Banguoğlu, Cevdet Kudret, Rasih Nuri İleri, Rıfat Ilgaz, Azizi Nesin, Abidin Dino, Carl Eberth ve daha başkaları… Kitaplarından, kitap odasından, kültür çevresinden ayrılmış, dergisi "Markopaşa" kapatılmış Sabahattin Ali'nin, son yılında kamyon alarak işletmecilik yaptığına akıl erdirin.
1937'de kızı doğmuş babanın, aynı yıl kitap olarak basılan romanı Kuyucaklı Yusuf toplatılır. Siz şimdi bakmayınız Kuyucaklı Yusuf'un önerilen, çok okunan ve çok satılan kitap olmasına. 1936'da gazetede tefrika edilmişken 1937'de kitap olarak basıldığında "aile hayatı ve askerlik aleyhinde olduğu" gerekçesiyle 'roman' toplatılmış ve üstelik mahkemeye verilmiştir. Roman hakkında kendilerinden rapor istenen bilirkişi heyetindekilerden biri Reşat Nuri Güntekin, "Kuyucaklı Yusuf, yüzümüzü ağartacak bir sanat eseridir. Zararlı bir yanını görmedim." der roman için. İkini üye Münci İlhan (kurmay binbaşı) da savunur romanı yazarını. Üçüncü üye Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, suçlamayı "gayrı ilmi bir hakaret" sayar: "Siyasi şahsiyetlerin ihtirasları uruna milletleri lüzumsuz harbe sürüklemelerini tenkit hakkını bir muharrire vermek mütekâmil ve hür olan her rejim için bir vazifedir." Türkiye'nin cumhuriyet rejiminin ikinci döneminin başladığı 1940'ta İçimizdeki Şeytan romanı yayımlanır ve eski senaryo gösterime girer yeniden. Bu kez roman ve yazarı, sivil kişilerin hedefindedir ve işin boyutu "vatan haini" suçlamasına uzanır, tartışmalar uzar gider.
1947'de yayımlanan son kitap Sırça Köşk, sonraki yıl Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Kitabının toplatılma gerekçesi "devlete karşı başkaldırı" içermesidir. Yazarın ölümünün üzerinden yıllar geçer, Sabahattin Ali yasakları kalkar ancak Varlık Yayınları, Son Hikâyeler (1966) kitabına ilginç "açıklama" eklemiştir: "Bu ciltteki hikâyeler Sabahattin Ali'nin 1947'de Remzi Kitabevi'nce yayımlanan Sırça Köşk adlı son kitabında çıkmıştır. Zamanın hükümetini kasdettiği şeklinde yorumlanan Sırça Köşk hikâyesi yüzünden bu kitap o zamanın kanunlarının verdiği hakla 'Heyeti Vekile' kararı ile toplatılmıştı. Bugün başka bir imza ile yayımlansa en küçük bir sakınca dahi görülmeyecek kadar masum bir nitelikte de olsa, yazarın adının uyandırdığı alerjileri göz önünde tutarak, 'Sırça Köşk' hikâyesini bu cilde koyamadık. Edebiyat tarihimiz bakımından bir eksiklik sayılabilecek bu davranışımız için okuyucularımızdan özür dileriz." Bugünün edebiyat okuru, son cümledeki masumane "eksiklik" sözcüğünün ne anlama geldiğini açık seçik biliyordur kuşkusuz. Suç unsuru "sırça köşk" ustasının bıraktığı yerde sapasağlam duruyor, öykü yeniden okunmalı bence.
Yazımın başında söyledim, yazdıklarında görmeli yazarları. Her üç romanını da yazarından bağımsız düşünmek olmaz, okuyanları bundan haberdardır. Öykülerinin pek çoğu da yaşamıyla yakındır elbette. Örneğin, "Duvar" ve "Kamyon" iki başat öyküdür. "Değirmen" ile "Kurtarılamayan Şaheser" adlı öyküler 'aşk' adına yan yana okunsun isterim. "Asfalt Yol" bu ülkenin bürokrasisinde sözü bitmeyecek bir öyküdür. Hakkında yazdığım yazı bu sitede yayımlanan "Kırlangıçlar" öyküsü, yazarını her dönem okutturacak güzelliktedir bence.
Kendi deyişiyle "bir nevi 'fikri faaliyetten korkma' illetine tutulmuş bulundukları için yanlarında her hadise hakkında hazır birer hüküm reçetesi taşı"yan kişilere karşın, bir tür 'manifesto' sayılması gereken mektubunu, "Dixi et salvavi animam meam" (konuştum ve ruhumu kurtardım) sözleriyle tamamlamıştı Sabahattin Ali. Onca gerginlik yaşanmış kırk bir yıllık ömre, basılı on kitap ve diğerlerini sığdırmış Sabahattin Ali'nin sırrını yaşama sevgisi olarak görüyorum, anıları ve onun sanat metinlerini okuyanlar da bu sevgiyi görebileceklerdir.
Çağdaş Rus yazar Mihail Şişkin'in, "Bu mide bulandırıcı hayatta biri büyük biri küçük iki alçaklıktan birini seçmek gerek: küçüğü susmak, büyüğü tribünlere oynamak." seçeneklerinden ikisini de reddetmiş Sabahattin Ali okuyacakların; Sait Faik'in "Karanfiller ve Domates Suyu" öyküsünde taşlık araziyi tırnaklarıyla işleyen Kör Mustafa uyarısıyla okumalarını isterim:
"Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu renkli al karanfiller göndereceklerdir. Dikkat edin, belki Mustafa'nınkilerdir. Küçük beyler! Domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferikelmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. Yunan tanrılarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini damağınızda hissederseniz emin olun ki Mustafa'nın domateslerinden bir tanesi içtiğiniz suya katılmıştır."