Hasan Cemal

03 Haziran 2014

Tankım, topum, tüfeğim yok ki!

Bugünlerin ‘yandaş gazeteciliği’nin gazetecilik mesleğine nasıl bir ihanet olduğunu tarih kocaman harflerle yazacak

TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in dünkü Hürriyet’in manşetinde yer alan “Benim tankım, topum, tüfeğim yok!” sözleri epeyce ilginçti, (Nuray Babacan’ın haberi).
Hatta nahoş çağrışımlar yaptığı söylenebilir.
Konu şu:
Mayıs ayının ilk haftasında bir AKP önergesiyle TBMM’de  Yolsuzlukları Soruşturma Komisyonu kurulmasına karar verildi.
Meclis soruşturması, haklarında çok ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddiaları olan eski bakanlardan Zafer Çağlayan, Egemen Bağış, Muammer Güler ve Erdoğan Bayraktar’la ilgili olarak yürütülecek.
Ama komisyonun çalışmaya başlaması için TBMM'de temsil edilen siyasi partilerin komisyona gönderecekleri üyeleri belirlemesi gerekiyor.
Ama bu konuda AKP ipe un seriyor.
Komisyona kendi üyelerini bir aydır bildirmiyor. Bildirmediği için de komisyon kurulamıyor, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının soruşturulması bir türlü başlamıyor.
Politika kulisine gelince deniyor ki:
“Tayyip Erdoğan, Yolsuzlukları Soruşturma Komisyonu’nun çalışmalarını cumhurbaşkanı seçimleri sonrasına atmak istiyor.”


Neden korkuyorsunuz?

TBMM Yolsuzlukları Soruşturma Komisyonu, AKP'nin önergesiyle kurulmadı mı? Madem eski bakanlar temiz, neden korkuyorsunuz

İpe un sermek niye ki?..
17 Aralık eğer Tayyip Erdoğan’a karşı bir komplo, bir darbe teşebbüsü ise bırakın çalışsın komisyon.
Ne diye engelliyorsunuz?
Madem bakanlarınız  tertemiz, eski deyişle pir-ü pak, o zaman niçin korkuyorsunuz?
Üstelik, Yolsuzlukları Soruşturma Komisyonu’na ilişkin karar sizin kendi önergenizle alınmadı mı?
Evet öyle.
Öyleyse, AKP Meclis Grubu olarak neden sahip çıkmıyorsunuz kendi önergenize?..
TBMM’nin Sayın Başkanı diyor ki:
“Tankım topum tüfeğim yok ki. Uyardık bekliyoruz.”

Nahoş çağrışımlar

Bir zamanlar meydanlara tank, top, tüfek çıkmadan yolsuzlukların hesabının sorulamadığına inanılırdı.
Ancak ‘ara rejim’lerle, siyasete ‘asker müdahaleleri’yle, yani ancak namlunun ucunda ‘yüce divan’lar kurulabildiğini düşünen yaygın çevreler vardı.
Bugün hâlâ var mı bilmiyorum.
İhtimal de vermiyorum.
Ama Meclis Başkanı Çiçek’in “Tankım, topum, tüfeğim yok ki!” diye dert yanması, böylesine bir bilinçaltı beni eskilere götürdü, ister istemez nahoş çağrışımlara yol açtı.
Geçiyorum bu konuyu.

Erdoğan yolsuzluk dosyalarından korkuyor

Çiçek'in sözleri; beni, tanklar meydana çıkmadan yolsuzlukların hesabının sorulamayacağına inanılan günlere götürdü

Ama bir gerçek çok açık:
Tayyip Erdoğan korkuyor!
Fazlasıyla kabarık olan, gitgide de kabarması beklenen yolsuzluk ve rüşvet dosyalarından korkuyor.
Hukuktan korkuyor.
Demokrasiden korkuyor.
Demokratik hukuk devletinde, yolsuzluk ve rüşvet dosyalarının birer birer gün ışığına çıkacağını bildiği için korkuyor.
Korku dağları beklediği içindir ki, HSYK eliyle yargı bağımsızlığına, kuvvetler ayrılığına ölümcül bir darbe indirdi.
Twitter’ı kapattı.
Youtube’u kapattı.
Yeni MİT Kanunu'nu çıkardı.
Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını gayri milli ilan etmesinin arkasında da yine Erdoğan’ın bu gerçek korkuları yatıyordu.

Sıra Anayasa Mahkemesi'ne gelir mi?

Ama Allah’tan Anayasa Mahkemesi var.
Her biri demokrasi ve hukukun üstünlüğüne birer darbe niteliği taşıyan ‘Tayyip Erdoğan hamleleri’ni Anayasa'ya aykırı bularak bir bir iptal ediyor.
Twitter’dan sonra Youtube yasağını da reddetti.
HSYK Kanunu'nun bazı kritik hükümlerinin iptalinden sonra, anlaşılan o ki, şimdi sırada MİT Kanunu var.
Peki ya Anayasa Mahkemesi de, zamanı gelip ‘fethedilirse’ ne olacak?..
Tayyip Erdoğan’ın demokrasi korkusu, hukuk korkusu öyle ki, yüksek mahkeme de bundan payını alabilir.
Tayyip Erdoğan (son Merkez Bankası örneğindeki gibi)  kendinden bağımsız kurum görmek istemiyor, kendisinden farklı sesler duymaya tahammül edemiyor çünkü...

Yandaş gazeteciliğin mesleğe ihaneti

Bu bakımdan ilginç bir örnek dün Hürriyet’in Okur Temsilcisi köşesinde vardı.
Erdoğan’ın ‘bağımsız medya’dan hoşlanmadığını, yandaş medya ile nasıl rahat ettiğini apaçık gösteren bir örnekti bu. 
Uçaktaki gazeteciler başlığını taşıyan değerlendirmesinde Faruk Bildirici şunları yazmıştı:

 

Başbakan Erdoğan’ın gazetecilerle uçak muhabbetleri iyiden iyiye güdükleşti.
Her şeye rağmen gazetecilik yapmaya çalışan gazete ve gazetecilerin yıllar içinde elenmesinin doğal sonucu bu. Artık o uçağa binebilecek gazetecilerin isimleri neredeyse sabit. Kimi medya kuruluşlarının temsilcileri uçağın değişmez “davetli”leri haline geldi. 

Bugünlerin ‘yandaş gazeteciliği’nin gazetecilik mesleğine nasıl bir ihanet olduğunu tarih kocaman harflerle ve de hiç zorlanmadan yazacak

O gazetecilerin bu ülkenin başbakanı ile saatler süren sohbetlerinden okurların merak ettiği sorulara yanıtlar çıkmayacağını, gelişmelerin perde arkasının didiklenmeyeceğini peşinen biliyoruz. 
Erdoğan’ın Köln dönüşündeki uçak sohbetinden farklı bir soru yanıt, bir gazetecilik pırıltısı çıkacağını da ummuyordum doğrusu.
Ama gündemde birinci ağızdan yanıtlanması gereken epey soru birikmişti.
Her şey bir yana Erdoğan, hâlâ ne kendisinin Soma’da bir kişiyi tokatladığı iddiasıyla ilgili tek söz etmiş, ne de Özel Kalem Müdür Yardımcısı Yusuf Yerkel’in madenciyi tekmelemesi ile ilgili konuşmuştu.
26 Mayıs’ta gazeteleri merakla açtım. Erdoğan’ın uçağına Sabah, Akşam, Yeni Şafak, Star, Türkiye ve Akit’ten temsilci ya da yazarlar alınmıştı.
Hepsinin yazdıklarını taradım, sohbet etmişler ama gündemin can alıcı sorularını sormamışlardı. Tekmelemeden, tokat atma iddialarından hiç mi hiç bahsedilmiyordu.
Hatta Okmeydanı’ndaki olayların üzerinde durulmasına rağmen Uğur Kurt’un polis kurşunuyla vurulması bile sorulmamıştı Başbakan’a.
Yine Erdoğan’ın kamuoyuna vermek istediği mesajları rahat aktarabilmesi için yardımcı olma yolunu seçmişti uçaktaki gazeteciler.
Hem de öyle bir yardımcı olma ki, sorular, sorudan çok panellerdeki moderatörlerin yol göstericiliğine benziyordu.
Hatta Erdoğan’a, Erdoğan’ın diliyle soru sormuşlardı:
“Geçmişte Almanya’ya ziyaretleriniz oldu. Şimdi bu karalama kampanyasını neye bağlıyorsunuz?”
Bakar mısınız, protestolar, tepkiler falan yok!
Varsa yoksa Almanya’da bir karalama kampanyası!
Sorulardan biri de Cemaat ile ilgiliydi:
“Gezi’den itibaren bir gerginlik yaratılmaya çalışıldı. Pensilvanya bu gerginliğin neresinde?”
Yine bir sorgulama, gerçeği yakalama çabası yok; nesnel bir dil yok.
Yine Erdoğan’ın yanında saf tutarak sormuşlar.
Yine komplo teorileri üretmişler. Habercilik refleksinin yerini hükümeti koruma refleksi almış.

 

Sevgili Faruk Bildirici’nin gazetecilik mesleğinin utanç verici hallerini sergileyen ve sorgulayan bu satırlarına ekleyecek bir şeyim yok.
Bugünlerin ‘yandaş gazeteciliği’nin gazetecilik mesleğine nasıl bir ihanet olduğunu tarih kocaman harflerle ve de hiç zorlanmadan yazacak.