Hasan Cemal

30 Mart 2018

Gdansk'tan: Nereye baksanız, demokrasi ve hukuktan hazzetmeyen yeni milliyetçilik!

Dünyanın hâlleri barış adına fena hâlde iç karartıcı

Yalnız Türkiye'nin değil dünyanın hâlleri de barış adına fena hâlde iç karartıcı. Başını nereye çevirsen, milliyetçilik ve milliyetçi çığırtkanlık...
Britanya'da da, Fransa'da da, İtalya'da da, Hollanda'da da, Avusturya'da da, Almanya'da da, Çekya'da da, Macaristan'da da milliyetçi-muhafazakârlık ilerliyor…

Gdansk, 13 Şubat 2018

Küçük minibüsümüzle Polonya sınırına doğru yol alırken gün ağarmaya başlıyor. Hep barışa hasret kalmış bu toprakların bahtsızlığını düşünüyorum

Ortalık zifiri karanlık.
Saat sabahın beş buçuğu.
Kar serpiştiriyor.
Soğuk dondurucu, eksi onbir derece.
Kaliningrad otobüs terminalinde Gdansk'a kalkacak minibüsü bekliyorum. Sadece iki yolcu var, biri ben, biri de yaşlı bir kadın.
Küçük minibüsümüzle Polonya sınırına doğru yol alırken gün ağarmaya başlıyor.
Göz alabiliğince uzayıp giden kar kaplı dümdüz topraklar, güneşin ilk ışıklarıyla süt beyazı kesiliyor.
İçim ısınıyor.
Hep barışa hasret kalmış, savaşlarla, işgallerle, kıyımlarla çok büyük acılar yaşamış bu toprakların bahtsızlığını düşünüyorum.
Son olarak İkinci Dünya Savaşı'yla birlikte batıdan Hitler'le, doğudan Stalin'le iki ateş arasında kalan bu coğrafyanın ve insanlarının yaşadıkları cehennemi tarih sayfalarından hatırlamaya, hissetmeye çalışıyorum.
Gdansk'ta ilk adresim tersane. Eski adıyla Lenin Tersanesi.
Gökyüzüne doğru tüten kurşuni dumanların arasından simsiyah hayaletler gibi yükselen vinçleri seyrediyorum.


 

Gdansk'ta ilk adresim tersane.
Berlin Duvarı'nın temelleri burada çatırdamaya başladı

1939 yılı 1 Eylül sabahı.
Adı Schleswig-Holstein olan Hitler'in zırhlısı toplarını ateşler ve İkinci Dünya Savaşı'nı başlatır.
O tarihte Gdansk'ın adı Danzig'tir.
Önce Hitler'le Stalin anlaşır, aralarında Polonya'yı bölüşürler. Sonra Hitler'in canavarlığını yaşar Polonya. Arkasından sıra Stalin'e gelir.
Berlin Duvarı'nın temelleri burada, o zaman adı Lenin olan Gdansk Tersanesi'nde çatırdamaya başlar.
Stalinci rejimleri tarihe gömen işçi hareketi Dayanışma, Lech Walesa'nın Solidarnosc'u burada, 17 Ağustos 1980 günü işçilerin ayaklanmasıyla doğar.
Tersanenin duvarlarına Dayanışma'nın 21 maddeden oluşan talepleri asılır. En üstte bağımsız sendika hakkı vardır.
Hükümet, Dayanışma'nın bu talebini çaresiz kabul eder. Komünist dünyada böylece ilk sivil toplum hareketi 10 milyon çalışanın katılımıyla sahneye çıkar.
Moskova dayanamaz!

Polonya'da darbe ve Cumhuriyet'teki tartışması

Polonya Komünist Partisi 1981'in sonuna doğru ülkede sıkıyönetim ilan eder. General Jaruzelski darbe yapmıştır. Partinin, hükümetin, ordunun yönetimini alır.
Adı sosyalist olan, iktidarda işçi sınıfının bulunduğu bir memlekette askeri darbe... Sosyalizm diyen, Sovyet düzenini savunan kafalar karışır.
O heyecanlı tartışmaları biz de yaşamıştık.
1981 sonu, 1982 başı olmalı. Cumhuriyet'te genel yayın yönetmenliğini yeni devraldığım zamanlardı. Polonya'daki Jaruzelski darbesi bizim gazetede de hararetli tartışmalara yol açmıştı.
Bir seferinde benim odamda, aralarında eski Maocuların da bulunduğu yazı işlerinden arkadaşlarımla İlhan Selçuk'u fena hâlde sıkıştırmıştık, sosyalist geçinen bir ülkede proletarya iktidarına karşı askeri darbe nasıl olur diye...
O günlerde Dayanışma sendikasından beş bin kişi tutuklanmıştı.
Aynı tarihlerde Türkiye'de de 12 Eylül darbe yönetimi DİSK'li işçileri, solcuları hapse atıyordu. Madem 12 Eylül'e karşıydık, Polonya'daki askeri darbeye de karşı çıkmalıydık, tersi çifte standart olurdu.
Polonya'daki Moskova'cı darbenin de Cumhuriyet'te eleştirilmesi gerektiği toplantımızda genel kabul görünce, İlhan Abi odamdan biraz sinirli, yanakları biraz pembeleşerek çıkmıştı.

Cezaevinden Nobel'e, tersaneden Cumhurbaşkanlığı'na…

Dayanışma Müzesi'ni gezerken heyecan duyuyorum. İşçilere dönük ayaklan sloganlarının yazıldığı duvarlar...
Tersane işçilerinin gizlice örgütlendiği mekânlar... Dayanışma'nın işçilerden başlayarak bütün çalışanlara uzanan ve siyasal bir harekete dönüşen hücreleri...
Fotoğraf kareleri, siyah beyaz filmlerden parçalar...
Lech Walesa'nın önce tutuklanması, sonra Nobel Barış Ödülü'nü alması...
Direnişin Doğu Avrupa'ya yayılması ve sonunda Berlin Duvarı'nın 1989 yılı Kasım ayında yıkılışı...
Kansız bir devrim ya da çöküş...
Ve Lech Walesa'nın 1990 yılı sonunda Polonya Cumhurbaşkanı seçilmesi...

Dayanışma müzesini gezerken heyecan duyuyorum. İşçilere dönük 'ayaklan' sloganlarının yazıldığı duvarlar...

Benim yolum da bu tarihlerde, 1990 yılı Şubat ayında ilk kez Polonya'ya düşmüştü.
Varşova’da karlı bir gündü. Polonya Komünist Partisi bir gün önce tarihe karışmıştı. Gazetenin manşeti şöyleydi:

Elveda efsane!

Haber, “Polonya Birleşik İşçi Partisi 40 yıl boyunca devlet partisi olarak çalıştı. Devletti onun vitrini. Her şeyi tekeline almıştı. Ama topluma kabul ettiremedi kendini” diye başlıyordu.
Haberin altında çerçeve içindeki “son söz”ün başlığı şöyleydi:

44 yıllık Komünist Partisi sonunu noktaladı. Arkasından gözyaşı akıtmıyoruz, üzülmüyoruz da...

Uluslararası Basın Enstitüsü IPI’dan bir heyetle 1990'ın Şubat ayında Varşova’da tarihe tanıklık ediyorduk. En ilginç görüşme, Dayanışma’nın efsane liderlerinden Adam Michnik’leydi.
Başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yaptığı Dayanışma’nın gazetesi Gazeta Wyborcza sanki hâlâ yeraltında çıkıyordu. Bakımsız bir blok apartmanın zemin katında çalışıyorlardı.
“Devrim koşulları,” demişti Adam Michnik gülerek, “açık toplumun ne olduğunu biliyoruz, onu yaratma çabasındayız. Ama onun içinde nasıl yaşanır henüz öğrenemedik.”
Spor lastik ayakkabılar, rengi atmış bir blucin, yakası açık bir gömlek, yıpranmış bir ceket, yakasında Dayanışma’nın kırmızı renkli rozeti. Sigaranın birini söndürürken öbürünü yakıyordu.
Daracık bir çalışma odasına güçlükle sığışmıştık. Duvarlar delik deşikti, belli ki çivi tutmuyordu.
Bir yanda Walesa’nın posteri, tam karşısında renkli bir çıplak kadın fotoğrafının yer aldığı bir takvim. Hemen altındaki darmadağınık masada bir sürü gazete; en üstte Pravda. Bir köşeye de kocaman bir Polonya haritası yapıştırılmış.
Adam Michnik demişti ki:

Komünist Partisi’nin cenazesi daha dün kaldırıldı. Koalisyon hükümeti sürüyor, ama dikkat edin: Gerçek ortak parti değil! Ordu ve gizli polistir gerçek ortak! Korkmuş, tedirgin, düş kırıklığına uğramış ama silahı olan bir ortak bu. Halk desteğine sahip değiller ama ülkede yönetici eliti bunlar oluşturuyor. İktidar odaklarında komünistler var. Bu arada Moskova’yla ilişkileri de bu elit zümre götürüyor.

Adam Michnik’le sohbetimizde şu soru yer almıştı:

Polonya’da bir darbe olabilir mi?

Bu geçiş döneminde gerçekçiliğin elden bırakılmasına kesin karşıydı. Ordu ile Dayanışma arasındaki duyarlı dengenin özenle sürdürülmesinden yanaydı. Polonya’nın acılarla yoğrulmuş tarih sayfalarından kaynaklanan sabır ve gerçekçiliğin izleri vardı Michnik’in değerlendirmesinde. İhtiyatlıydı, bunun tereyağından kıl çeker gibi bir süreç olmayacağının bilincindeydi.
Ve uzun sohbetimizde özellikle “şoven, milliyetçi tehlikeler”den söz etmişti.
Aradan 28 yıl geçmiş.
Polonya’da demokrasi bugün tökezlemeye başlamış durumda.
Daha ilginci, Adam Michnik yeniden Gazeta Wyborcza’nın başında demokrasi mücadelesi için kolları sıvıyor.
İktidar dizginlerini ele geçirmeye başlayan Hukuk ve Adalet Partisi, Adam Michnik’i tıpkı 1989 öncesinin komünist totaliter rejim dönemindeki gibi “bir numaralı düşman” ilan etmiş.
Michnik’in 28 Ocak 2017 tarihli Financial Times'daki açıklamalarını okuyorum:

"Hükümet, güçler ayrılığını tanımıyor. Anayasa Mahkemesi’ni kendi kontrolüne alıyor. Yargı üstündeki etkisini artırıyor.
Savcıları ele geçiriyor. Anayasa ihlalleri çoğalıyor. İktidar, kamu medyasından sonra özel medya kuruluşlarına da el atıyor. Kamu kuruluşları, muhalif medyaya reklam vermiyor."

"En kötüsü ne biliyor musunuz?"

Michnik 70 yaşında.
Demokrasi mücadelesine devam ediyor. Dudaklarının arasından düşürmediği zincirleme sigaralarıyla gözümün önünde, konuşuyor:

"Devamlı tehdit alıyorum, kimliği belirsiz telefonlar, mektuplar. Hakkımızda yalan kampanyaları... Tarihi yeniden yalanla yazma gayretlerini hayretle izliyorum. İktidar, Polonya’yı yeniden muhafazakâr, Katolik geçmişine döndürmek istiyor. Bana İngiltere’de sordular, Polonya’da neler oluyor diye. Ben de dedim ki, sizde Brexit ne ise bizde de o. Amerika’da Trump ne ise bizde de o. Ama 2019 seçimlerini kaybedecekler, çünkü geçmişte yaşıyorlar, hâlâ 19. yüzyılın kafasını taşıyorlar."

Devam ediyor:

"En kötüsü nedir biliyor musunuz? Bir zamanlar Rusya’yı, Brejnev’i suçlardık, şimdiyse o iktidarı oylarımızla seçen biziz."

Aradan geçen 28 yıl geçmiş ama demokrasiyle derdimiz daha sona ermiş değil.
Geçen yılın 11 Kasım günü Varşova caddelerinde 60 bin kişi yürüdü. Papazlar, çocuklu aileler, izci grupları ve üniversite öğrencilerine kadar onbinlerce kişinin katıldığı gösterinin ana çizgisi milliyetçi ve ırkçıydı. Varşova'daki yürüyüşte yalnız Polonya bayrakları değil, siyah haçlı bayraklar da sallandı.
Su yüzüne vuran milliyetçi çığırtkanlık, demokrasi ve Avrupa Birliği karşıtlığı barış açısından iç açıcı değildi.
Polonya'da yükselen, iktidardaki yerini gitgide sağlamlaştıran muhafazakâr-dinci bir milliyetçi hareket, bir parti var:
Hukuk ve Adalet Partisi.
Hukuk devletinin canına okuyor, yargı bağımsızlığına ölümcül darbeler indiriyor.
Bu arada bir adım daha atıyor.
Naziler, İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya topraklarında 3 milyon Yahudi’yi Hitler'in ölüm kamplarında yok etti. İnsanlığa karşı işlenen bu korkunç suçta, zamanın Polonya yönetimi ve bazı Polonyalılar işbirlikçi roller oynadı.
Şimdi iktidar partisi, bu 'işbirlikçilik'ten söz etmeyi Polonya'da suç hâline getiren bir yasa hazırlığı içinde...

Başını nereye çevirsen…

Macaristan'da da durum farklı değil. Avrupa Birliği'nden hoşlanmayan, demokrasi ve hukuk deyince tüyleri diken diken olan Viktor Orban'ın medya politikasında Tayyip Erdoğanmodel aldığı yazılıp çiziliyor.
Kendisine yakın işadamları, Macaristan'da toplam 20 televizyon kanalı ve 11 radyo istasyonuyla, bir bölümü internet olmak üzere 500 civarında gazete satın almış durumdalar.
2010'da iktidara gelen ve nisan ayında üçüncü dönem seçilmeyi bekleyen Orban, "Medya artık milli ellerde!" diyor.
Orban, Hıristiyan Avrupa'dan yana ve 'Avrupa'yı Müslüman istilasından koruma' nutukları atıyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 400 bin Macar Yahudisi’nin Nazilerin ölüm kamplarına gönderilmesinde Hitler'le işbirliği yapmış olan Amiral Horthy diktası bugünlerde Orban'ın yakın çevresinde açıkça övülebiliyor.
Çek Cumhuriyeti'nde Avrupa Birliği karşıtı milliyetçilik iktidara yükselmiş durumda.
Evet, başını nereye çevirsen, milliyetçilik ve milliyetçi çığırtkanlık...
Britanya'da da, Fransa'da da, İtalya'da da, Hollanda'da da, Avusturya'da da, Almanya'da da milliyetçi-muhafazakârlık ilerliyor.
Rusya'da ise Putin bu durumlardan hiç kuşkusuz fazlasıyla memnun. Bu milliyetçi dalgadan yararlanarak Avrupa Birliği'yle NATO'nun temellerini gün geçtikçe zayıflatan hamleler yapıyor.
Yeni milliyetçilikten yararlanıyor.
Bu bakımdan Amerika'daki Başkan Trump da işine yarıyor, Türkiye'deki Erdoğan da...
Erdoğan'ın demokrasi ve hukuku boşlayan, Suriye'yle birlikte dış maceraya da açılan İslamcı-milliyetçi despotluğu, Putin'in oyun planında, Türkiye'nin ABD, AB ve NATO'yla arasına her geçen daha çok kara kedi girmesi demek.
Putin'in oyun tahtasında demokrasi, hukuk devleti, insan hakları yok. Hem Putin hem danışmanları, bunlar bizim hayat tarzımıza aykırı deyip duruyorlar.
Amerika'sından Avrupa'sına, Rusya'sından Çin ve Hindistan'a başınızı nereye çevirseniz, özgürlükçü demokrasiden hazzetmeyen yeni milliyetçilik sahnede.

Gdansk'ta bir kahve köşesinde...

Gdansk'ta bir kahve köşesinde milliyetçiliğin her türünün Avrupa'da nasıl oluk gibi kan akıttığını bir kez daha düşünüyorum

Başkan Trump için öncelik Amerika'nın güvenliği ve ekonomisi. Demokrasi, hukuk devleti, açık ekonomi gibi değerler, Amerika açısından engel hâline gelmeye başlamış durumda.
Dünyanın bu hâlleri barış adına fena hâlde iç karartıcı.
18. Yüzyıl'ın sonlarında tarih sahnesine çıkan milliyetçilik, renk ve kılık değiştirerek insanlığın başına bela olmaya devam edecek anlaşılan...
Bu satırları 13 Şubat 2018 günü, Gdansk'ta bir kahve köşesinde yazıyorum.
Milliyetçiliğin her türünün Avrupa'da, özellikle bu Polonya topraklarında nasıl oluk gibi kan akıttığını bir kez daha düşünüyorum.
İç savaşlar, ihtilaller, dünya savaşları... Holokost, yani Avrupa Yahudiliğinin yok edilmesi... Hitler, Stalin...
Bir başka deyişle:
Oluk gibi akan kanla yazılmış bir tarih.
Sonra, tarihin en büyük barış projesi olarak sahneye çıkan Avrupa Birliği, Amerika-Avrupa ittifakı, NATO derken, 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması...
Barış ve demokrasinin temelleri bu kez sağlama alınıyor, insan hakları ve özgürlükler düzeni, hukukun üstünlüğü yörüngesine oturuyor dünya derken, şimdi milliyetçilik musibeti yeniden yükselişe geçiyor.
Akıl alır gibi değil.
Demek, insanlık kolay ders almıyor musibetlerden.
Hitler'i, Stalin'i, totaliter rejimlerin korkunç yıkımını, Holokost'u yaşayan topraklar yine yüzünü milliyetçilik belasına dönüyor demek.
Ne hazin!

Demek, insanlık kolay ders almıyor musibetlerden. Ne hazin…

Dayanışma Müzesi'nin önündeki Tersane İşçileri Anıtı'nın çevresinde bakınırken, Czelaw Milosz'a, Tutsak Akıl kitabının yazarına rastlıyorum, Hitler'le Stalin'in, iki korkunç felaketin arasına sıkışan, hayatının otuz yılını sürgünde yaşayan büyük Polonyalı şaire...

Yarın: Varşova'dan