Çok sevdiğim romancı Doris Lessing’in ölüm haberi geldi. Yirmisinde komünist olmuş, kırkında veda... Lessing bu süreçte iki noktaya işaret eder. İnsanın kendini gerçekten özgür hissetmeye başlaması ve insanın kendi şüphelerini tartışabilecek eleştirelliğe ulaşması...
Umberto Eco da, “Aydınlanmış entelektüel ahlakın vazgeçilemez koşulu, tüm inançları, hatta bilimin mutlak gerçek dediklerini de eleştiriye tabi tutmaktan geçer" diyor. Umberto Eco efendi; gel sen bunu bir de bizim 'aydınlanmacılar'a anlat bakalım, anlatabiliyor musun?..
Yirmisinde komünist olmuş…
Kırkında vazgeçmiş...
Uzakdoğu’da bir ada.
Günbatımı gerçekten muhteşem. Gökyüzü önce pembeleşiyor, sonra kızıla boyanıyor.
Etrafta ölü sessizliği.
Denizin üzerinden çok uzaklara uzanan renk çümbüşünü seyrederken umutla doluyor içim.
Alacakaranlık basarken, oturduğum kayalıkların dibinden takır tukur sesler geliyor.
Yengeçlerin karaya doğru yürüyüşü galiba. Yampiri yampiri gidişleri biraz sinir...
Hülyalara dalıyorum.
Her şey o kadar büyüleyici ki, ister istemez insanlığın aptallıklarını değil, güzelliklerini düşünüyorum.
Daha ondokuzunda iki çocuğunu ve kocasını terk edip gitmiş Doris Lessing.
Ne uğruna?
Dünyayı değiştirmek için!
Komünist olmuş.
Anlatıyor:
Komünistliğe kayarken, İlya Ehrenburg’un Fırtına isimli romanından da etkilendiğini yazıyor.
Ama bir de notu var.
Sonraki yıllarda, 1950’lerin İngiltere’sinde Ehrenburg’dan ve o ‘büyük’ Sovyet romanlarından nasıl alayla bahsedilmeye başlandığını da belirtiyor.
Yine aklıma takıldı.
Batı'dan bize her şey gecikmeli gelir.
Bunda da yirmi otuz yıllık bir rötar! Ben, 1960’ların sonuna doğru etkilenmiştim İlya Ehrenburg’un Fırtına'sından, Paris Düşerken isimli romanından ya da yazarını (Fyodor Gladkov) şimdi unuttuğum o Çimento’dan...
“Cennet, dünyanın gündemindeydi ve çok yakındı” diye düşünüyor 1940'larda Doris Lessing, “Ve devrimden başka cennete giden yol yoktu. Boş vaktimizde salaş bir kafede oturup güzel geleceklerden konuşurduk. Kahramanlık hayalleri ve efsaneleriyle yaşıyorduk.”
Ekliyor:
“Bir daha asla milli veya dini savaşlar olmayacağına inanıyorduk. Milliyetçilik geçmişte kalmıştı. Din de öyle. Birbirimizi kutluyorduk.”
Ben de bir zamanlar böyle inanmıştım.
Sonra da hayal kırıklığı...
Bir hayli zorlandığımı biliyorum.
Doris Lessing için de kolay olmamış. Din haline gelmiş bazı inançlarından uzaklaşmanın acısını içinde hissetmiş:
“İnsanlar vardır, birdenbire tamamen tersine dönüverir, bütün komünist fikirlerini (doğru kelime belki de 'duygularını' olmalı) bir gecede atarlar.
Bunlar azınlıktır.
Çoğunluk, komünizmden, partiden yavaşça uzaklaştı. En çok çekindiğim, hain, dönek gibi yaftalardı.
Sorun şöyle ortaya konmalı:
İnsan eğer siyasi veya dini bir inanca kapıldığında, bireyselliğini içsel bir boyun eğişle otoriteye terk etmişse, duygusal (kasıtlı olarak entelektüel demiyorum) bağımsızlığını kazanması ne kadar sürer? Benim bu etkiden kurtulmam yıllar sürdü.
Birileri der ki:
Sovyetler Birliği Finlandiya'yı işgal edince ayrıldım... Hitler-Stalin Paktı üzerine... Berlin'deki ayaklanmanın bastırılması üzerine... Macaristan'ın işgalinde...
O sıralarda Kravçenko'nun I Chose Freedom (Özgürlüğü Seçtim) adlı kitabı elden ele dolaşıyordu. Sorun, Kravçenko'nun anlattıklarının bizim okuduklarımız ve duyduklarımızla taban tabana zıt olmasıydı. Elbette sorunlar, zorluklar vardı Sovyetler Birliği'nde...
Fakat mutlak bir diktatörlük?..
Eğer okuduğum gerçekse, inandığım hiçbir şey doğru olamazdı, mümkün değildi.”
Dorris Lessing şöyle noktalar:
“1954'de artık komünist değildim."
Yirmisinde komünist, kırkında veda...
Doris Lessing bu süreçte iki noktaya işaret ediyor.
Bir:
İnsanın kendini gerçekten özgür hissetmeye başlaması...
İki:
İnsanın kendi şüphelerini tartışabilecek eleştirelliğe ulaşması...
Birincisi, yani insanın kendini özgür hissetmeye başlamasının ne kadar çetin bir iş olduğunu, ancak böylesi süreçlerden geçenler çok daha iyi bilir.
Doris Lessing, kendisini gerçekten özgür hissetmesinin yirmi yılı aldığını, ancak 1960'ların başında artık kendini suçlu hissetmediğini, her şeyi silkeleyip atabildiğini belirtiyor.
Bunun gibi, kendi kuşkularına eleştirel bir gözle bakabilmesinin nasıl güç bir deneyim olduğunu da içtenlikle itiraf ediyor Doris Lessing.
Eleştirel düşünce...
Özgür düşünce...
Ve de birey ya da beynini başkalarına, sloganlara teslim etmeyen insan...
Bunların hepsi demokrasi kültürünün, demokratik hayat tarzının vazgeçilmez dayanaklarıdır.
Bunlar olmadan demokrasi olmaz.
Bunlar olmadan, kandırmaca ve yalandan oluşan dünyalar vardır.
Bir başka deyişle:
Yalanda yaşarız!
Birçok bakımdan Türkiye'de bizim de yalanda yaşamaktan bir an önce kurtulmaya o kadar ihtiyacımız var ki...
Umberto Eco, son çıkan kitabında bakın ne diyor:
“Aydınlanmış entelektüel ahlakın vazgeçilemez koşulu, tüm inançları, hatta bilimin mutlak gerçek dediklerini de eleştiriye tabi tutmaktan geçer.”(**)
Umberto Eco efendi;
Gel sen bunu bir de bizim 'aydınlanmacılar'a anlat; gerçeği kendi tekellerinde sanan o 'laikçi' takıma anlat bakalım, anlatabiliyor musun?..
* * *
Çok sevdiğim romancı Doris Lessing’in ölüm haberini dün alınca, onun anısına, 27 Aralık 2007 tarihli Milliyet’teki yazımı köşeme alıyorum.
——————————————
* 87 yaşında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Doris Lessing'in özyaşamöyküsünün 1919- 1949 yıllarını anlatan birinci cildi; Tenimin Altında; Dünya Kitapları; İngilizce'den çeviren, F.Nilgün Aras.
** Umberto Eco, Turning Back The Clock, Hot Wars and Media Populism; Harvill Secker 2007; s. 67.
Twitter: @HSNCML