Hakan Aksay

01 Nisan 2012

Vicdan yoksulluğu, kof özgüven, kurnazlık ve vurdumduymazlık

Gecenin geç saati memlekete döndüm. Uçaktan inen herkes gibi benim de en büyük isteğim, bir an önce havaalanından çıkıp evime gitmek

Gecenin geç saati memlekete döndüm. Uçaktan inen herkes gibi benim de en büyük isteğim, bir an önce havaalanından çıkıp evime gitmek. Ama o da ne! Gümrük polisinin önünde çoktandır görmediğim bir kalabalık var. Hem de bu saatte!..

Beklenmeyen olumsuz gelişmeler olduğunda insan karakterindeki zaaflar, yağmur yağdığında solucanların ortalığa dökülmesi gibi meydana çıkıveriyor. Pasaport kontrolüne uzanan kuyruklar karmakarışık. Bizim sıradan 35 yaşlarında esmer bir yiğit, “Sıradan sıradan!” diye bağırarak birilerini uyarıyor. Birkaç dakika sonra bu kez benim önümdeki delikanlılar hafif bir tebessümle o esmer yiğide sesleniyorlar:

- Yahu, sen sözde milleti uyarıyordun! Uyara uyara ilerleyerek sıranın başına geçiverdin!

Başını geriye çeviren esmerin gözlerinde birkaç saniyelik çelişkili bir parıltı görüyorum. Biraz güler gibi; yani her an şakaya vurabilir. Öte yandan bu durumlardaki en kullanışlı yüz ifadesi olan “hiçbir şey anlamama” pozunu da yedeğine almış görünüyor. Belli ki tam karar aşamasında: Ya gülüp “Öyle mi, görmedim abicim” falan gibi boş bir sözle kendince “özeleştiri” yapıp yerine geçecek, ya da…

Önümdeki delikanlılardan bu kez tebessümsüz gelen “Geç yerine!” çağrısı, esmerin kararsızlığını bastırıyor. O andan itibaren en az 10 dakika boyunca, başvurabileceği her türlü yalanı ve “show sanatları taktiğini” kullanarak geri adım atmamaya çalışıyor.

İtişme çıkıyor. Konuşanların elleri birbirlerinin yüz hizasına kadar çıkarak sert kavisler çiziyor. Bu durum, bizim buralarda sözlü kavgadan dövüşe geçme sinyali! Anında küfür ve tehditler yükseliyor. Ve esmer yiğidimiz, o sırada herhangi bir yabancı ülke yurttaşına anlamsız gelebilecek bir sürü cümle sarf ediliyor:

- Dışarıda görüşeceğiz! Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun! Benim nereli olduğumu biliyor musun sen? Biz adamı ne yaparız!..

O arada bir şehir ismini de bağırıyor. Sanki o şehrin bütün sakinleriyle böyle durumlarda kendisine koşulsuz destek verileceği yolunda bir anlaşması var! Herhalde bu, çevredeki hemşerilerinden yardım isteme yöntemi. Ne de olsa o tek başına! Yapmak istediği haksızlığı ve sonraki küstahlığını fark edenlerin sayısı ise her dakika artıyor.

İşin ilginç yanı, her şey polisin gözü önünde olup bitiyor. Ama polis “uğraşılmaz bunlarla” havasında. Sadece ellerin ve seslerin maksimum yükseldiği bir aşamada “Herkes efendi olsun” çağrısı yapmakla yetiniyor. Acaba yorgunluktan mı? Yoksa bu adamın “sağlam bir tanıdığı” olmasından mı çekiniyor?

Durum, her zamanki gibi: Ortada bariz bir adaletsizlik ve hak ihlali var. İnsanların çoğu “bulaşmak” istemiyor; ne olur ne olmaz… Hakaret ve tehditlere maruz kalan delikanlılar ise belli ki şikâyetçi olup geceyi karakolda geçirmeye niyetli değil. Bu arada arkalardan sıra başına doğru bol miktarda fısıltı pompalanıyor:

- Ben olsam çoktan dişlerini eline vermiştim!..

Epeyce zaman kaybından sonra gergin bir halde pasaport kontrolünden geçiyoruz. Yol boyunca olayı tekrar tekrar düşünüyorum. Ne yapılabilir böyle bir durumda? Neden bu tür rezillikleri sık sık yaşamak zorunda kalıyoruz?

Sonra aklıma esmer yiğidimizin birkaç saniyelik kararsızlık anındaki hafif gülümsemesi geliyor. O anda özür dileseydi bütün bunlar olmazdı. Ama bizim kültürümüzde özür dilemek, korkaklık ve aptallıkla neredeyse eşdeğerde.

İnsanlarda garip ve kof bir özgüven var. Ama vicdanları, kol ve bacak kaslarının yanında pek cılız kalıyor. Başkalarının sorunlarına ve haklarına karşı vurdumduymazlıkta üzerlerine yok. Ve seçtikleri, seçip de asla geri adım atmadıkları yolda kendilerini pek bir akıllı sayıyorlar. Onların “akıllılık” saydıkları şey ile ahlâk arasında epeyce mesafe olmasından dolayı, biz buna ancak “kurnazlık” diyebiliriz…

***

Evime yaklaşırken olayın gerginliğini hâlâ üzerimden atamadığımı fark ediyorum. İçimden en sık tekrarladığım cümle, “özür dileseydi bunlar olmazdı”…

Bu cümleyi, çok daha tatsız bir olaydan sonra da yıllarca aklımdan geçirmiştim. Büyük bir dikkatsizlikle yaptığı trafik kazası sonucunda annemin sakatlanmasına yol açan bir delikanlıyla ilgili olarak.

Elbette o, yasalar önünde suçlu. Ancak sonuçta hayat bu; birçok şey hepimizin başına gelebilir ve affedilebilir. Ama bunun mümkün olması için tek bir şey gerekir: Özür dilemek… Hissederek, üzülerek, suçundan ve yol açtığı adaletsizlikten dolayı sorumluluğunu bilerek af dilemek…

Gelmedi o delikanlı, anneme de bizlere de. Asla özür dilemek istemedi. Sakatlanmasına yol açtığı yaşlı bir kadının gözlerine bakma ve ellerini öpme cesaretini kendinde bulamadı. Onun yerine – kendi kafasındaki avukatlarla birlikte - yargı sürecinin yavaşlığından ve yasalardaki boşluktan yararlanmak için türlü taklalar attı. Yıllarca üzdü bu konu ailemizi. Nihayet bir gün – sanırım pek de beklemediği bir anda - hüküm giydi. O da ciddi zarar etti sonunda. Biz ise zaten zararlıydık...

Oysa yıllarca bunlar yaşanmayabilir, ilk acının yarası da önemli ölçüde sarılabilirdi… Davadan vaz geçebilirdik… “Özür dileseydi bunlar olmazdı”…

Ama vicdan yoksulluğu, kof özgüven, kurnazlık ve vurdumduymazlık buna izin vermedi…

***

Bizim memleketten birkaç gün bile uzak kalsan, dünya kadar olayı kaçırıyorsun. İstediğin kadar biriken gazeteleri oku, yetişemezsin!..

Kaçırdığım “ayrıntılar” arasında bir de şampuan reklamı vardı. 13 saniyede Hitler’in arşiv görüntüleri üzerine yazılan uydurma sözlerle, kadınları küçümseyen bir tarzda “erkek şampuanı” denilen bir markayı kullanmaya teşvik eden itici bir üslup kullanılıyordu. Milyonlarca kişinin katili, “insanları sabun yapma mimarı” ırkçı lider, 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde bir reklam yıldızı rolündeydi.

Midem bulandı. Reklamı yapan “süper akıllı”ya mı kızarsın?.. Onun bu “parlak fikri”ni onaylayıp bu yolla ticari başarı uman şirket yöneticisine mi?.. Bunca yasak ve sansür ortamında reklamı hemen kullanıma sokan kanallara mı?.. İnternette söz konusu görüntüyü “komik bir reklam” diye yayımlayan densizlere mi?..

Olay kısa sürede Türkiye’de ve dünyada büyük tepkiler toplamıştı. Birçok uluslararası medya kuruluşu ülkemizdeki “Hitlerli reklam” konusuna dikkat çekti. Eski milletvekili ve Avrupa Yahudi Parlamentosu üyesi Cefi Kamhi, ırkçılık suçlamasıyla dava açtı. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı soruşturma başlattı.

Hitler’li reklamın yaratıcısı Hulusi Derici’nin, önce “reklamın iyisi kötüsü olmaz; hakkında konuşturduysam başarılıyım” anlayışıyla hiç sıkılmadan zekâsını ve yaratıcılığını savunduğunu okudum. Sonra güya Museviler’in rahatsızlığını gördüğü için reklamı geri çekme kararı aldığı yolundaki âlicenap açıklamasını. Yani her durumda kahramandı!..

Bu tatsız konuyla ilgili bir yazı yazarım diyerek saatlerce birçok şey okudum ve izledim internette. Dünyadaki öteki “Hitlerli” veya başka “uygunsuz” reklamları ve yarattığı tepkileri… Hulusi Bey’in geçmişindeki diğer reklam buluşlarını (“Çocuk istismarına son” sloganıyla Wenice firması için yapılan ve büyük tepki toplayan reklamı, Vestel markalarından Regal için “Almayanı dövüyorlar” sloganıyla dayak izlettiren reklamı, “Sizinki kaç santim” diye başlayan “69’u sevecekseniz” ve “Bizimki 77 santim” diye devam eden Atlasjet reklamını ve daha nice cinlikleri)…

Ama şimdi yazının başına oturunca içimde bu rezillikleri uzun uzun yazıp analiz etmek için hiçbir istek olmadığını gördüm.

Bu yazıyı T24’e göndermeden önce internete son bir kez baktım: Ne bu reklam dâhisinden ve şampuan şirketinden, ne de olaya ister istemez karışan medya kuruluşlarından insancıl ve inandırıcı bir “üzüntü” açıklaması ve özür dileme vardı. Olsaydı da şaşardım zaten!..

Malum vicdan yoksulluğu, kof özgüven, kurnazlık ve vurdumduymazlık izin vermezdi ki!.. Vermedi de…