Hakan Aksay

18 Eylül 2016

Seni öteki halkları sevmeye mahkûm ediyorum

İnsan ömrü zaten çok kısa. Bir de hayatı zehir etmeye, iyice kısaltmaya çalışmanın ne âlemi var?

Yalnızca yazmadan duramayacağın zaman yazmalısın.” (Lev Tolstoy)

 

Saçları ağarmış ve seyrelmiş, yüzündeki çizgiler derinleşmiş.

Ama gülüş aynı gülüş.

Ve dostluk aynı dostluk.

34 yıl önce Leningrad Üniversitesi’nde tanıştığım, yurtdışında edindiğim en iyi arkadaşlarımdan biri olan Yannis’le, onun memleketinde, Atina’da sohbet ediyoruz.

Sen o yıllarda da hep iktidar baskısından, yasaklardan, hapis tehlikesinden bahsederdin. Bu ne istikrar, dostum?”, deyip acı acı gülüyor Yannis.

Gülümseyerek “istikrarlı olan ben değilim, bizim sevgili ülkemiz” diye cevap veriyorum.

Ama neşeyle başladığım bu kısa cümlenin sonuna gelene kadar içime bir ağırlık çöküyor.

Gerçekten de!

On yıllar geçiyor, bizdeki tablo pek değişmiyor: Hep korku, hep baskı, hep gerginlik...

Yunanistan da benzer sıkıntılarla dolu yıllar yaşamıştı. Ama 1967’den 1974’e kadar sürdü ve bitti.

Bizse sanki bilmediğimiz, anlamadığımız bir suçtan dolayı lanetlenerek sonsuza kadar sürecek bir cezaya çarptırıldık.

 

* * *

 

Gemi ile Yunanistan turundayım. Atina ve ünlü Yunan adaları.

Doğa – tıpkı bizim memleketteki gibi – öylesine güzel ki...

Bir kez daha aynı şey geliyor aklıma: Dünya herkese yeter! Yaşamaya da yeter, aşka da, dostluğa da!..

Ama iktidar ve savaş hırsı... Ama mutlaka birilerini düşman olarak görme/gösterme, onlardan nefret etme/ettirme ihtiyacı... Bir türlü izin vermiyor yaşamaya...

Oysa insan ömrü zaten çok kısa. Yaşasan yaşasan kaç yıl yaşarsın ki! Bir de özel olarak hayatı zehir etmeye, nefret ve şiddetle cehenneme dönüştürmeye, iyice kısaltmaya çalışmanın ne âlemi var?

* * *

 

Gemi 8 katlı. İki restoranı ve birkaç müzik salonu var. Akşamları buralarda şarkılar söyleniyor, danslar ediliyor.

Dans edenler genellikle yabancılar. Yolcuların çoğunluğunu oluşturan Türkler daha çok başkalarını seyredip kendi aralarında konuşmayı tercih ediyorlar. Bazen müziğin ritmine dayanamayan birkaç Türk ayaklansa da cesaretleri sahneye çıkmaya yetmiyor, hemen oracıkta, arkadaşlarının yanında dans edip hep onların gözünün içine bakıyorlar.

Beşinci katta Latin bir grup var. Harika müzik yapıyor. Uzun süre sahne boş. Derken yanımızdaki masadan yine Latin Amerika’dan olduğunu sandığım bir kız çıkıyor. Mükemmel bir dans sergiliyor. Sonra da müzisyenlerden biriyle slow yapıyor.

Sanırım bu insanlar bizim bilmediğimiz bir şey biliyor. Gülüşleri de farklı, yürüyüşleri de, dansları da...

O Latin kız kesinlikle “bakın ben sahneye çıktım” havasında davranmıyor; son derece doğal, eğlenmek için, kendisi için dans ediyor.

Bir de bizimkilerin aktif olduğu bir karanlık “Turkish” salon var. Oraya bir kez uğradım. Üst üste tekrarlanan “Angara’nın Bağları”eşliğinde çoğu uyumsuz bazı hareketler yapıyorlardı. Eğitimli bir dans olmaktan çok bir tür “kurtları dökme seansı”ydı yani...

 

* * *

 

Bizimkiler gece ve gündüz pek sevdikleri pahalı telefonlarıyla durmadan selfie çekiyorlar. Ah, evet, mutlaka bu anı da “ölümsüzleştirmek” gerek! Muhtemelen bu pozları da daha önceki yüzlercesi gibi, bir daha hiç bakılmayacak ölü fotoğraflara dönüştürüyorlar.

Tıpkı hiç giymedikleri elbiseleri almaları ve hiç sevmedikleri insanlara sahip olmayı denemeleri gibi...

Ha bu arada restoranlarda tabakları tepeleme dolduranlar da az değil. Niye? Çünkü parası ödendi. Çünkü her şey dâhil.

Aslında hayata da her şey dâhil: Aşk da, dans da, dostluk da, macera da...

Genellikle müzik salonunun tam merkezinde oturan 50 yaş üstü bakımlı kadınlar dikkatimi çekiyor. İçlerinden biri özelikle alımlı ve çok güzel giyiniyor.

Duty Free’de çalışan yakışıklı genç, hep bir fırsatını bularak o kadının yanına gidiyor, kulağına eğilip kadını güldüren bir şeyler anlatıyor.

Bu sahnenin birkaç gece tekrarlandığını görüyorum.

Son gece yine aynı grup salonun merkezindeki yerini alıyor.

Delikanlı sağa sola sallanarak ve kendini daha iri göstermeye çalışır gibi kollarını abartılı bir şekilde kenarlara açarak kadına doğru ilerliyor (erkeklerin kadınlar karşısında uyguladıkları bu taktiklerin hayvanlar âlemindeki benzer tavırların karşılığı olduğunu düşünürüm hep, kedigillerin kabarması ve erkeğin kendini dişisine beğendirmeye çalışması gibi).

Ben oradan ayrıldığım sıralarda kadın, kendisinin yarı yaşındaki bu erkeğe çok güzel bakıyor, ama bir türlü onunla dansa kalkmıyor.

Kim bilir ne oldu daha sonra... Kadın “her şeye rağmen” oğlanı koynuna aldı mı acaba? Yoksa yasaklar, istekleri bir kez daha bastırdı mı?

Üstüme vazife olmayan bir şeyi söylemek için kendimce kurnazlık yapıp onları birer öykü kahramanına dönüştürdüğümü düşünüyorum. Ve sonra da ana kahraman olan kadına usulca fısıldıyorum:

Hayat senin hayatın elbette. Ama kaç günlük o harika bakışlardan sonra, ‘yaşamak istedim ama yapamadım’ demektense, ‘denedim, böyle oldu’ demek daha iyi değil mi?..”

Sonuçta gece kısa... Seyahat kısa... Yaz kısa... Hayat kısa...

 

* * *

 

Gemi de küçük bir ülke gibi. Burada da sorunlar oluyor elbette. Kimi kendine özgü eğlence anlayışıyla ötekini rahatsız ediyor, kimi önünde 3-5 kişi de olsa yemek sırasına girmeyi gururuna yediremiyor.

Bir Türk, yarım İngilizcesi ile birileriyle tartışmaya çalışıyor. Sonra sesler yükseliyor. Bizimki İngilizceyi-mingilizceyi bırakıyor. Elini şu malum hesap sorma-tehdit etme tarzında yukarıya kaldırıp bildiği “cilalı laflar”ı kendi ana dilinde sıralıyor.

Beni en çok güldüren, kendisini anlamayan yabancıya karşı söylediği pek bir “yerli” söz:

Kimsin sen?”

Bu söz artık bizim kanımıza, bedenimize girdi. Birine karşı şiddete hazırlanırken kendi içimize nefret pompalayıp onu aşağılamak için kullandığımız değişmez bir yöntem:

Kimsin sen? Kimsin sen lan?”

Geçenlerde bir mizah dergisinde okumuştum. Yunanlıların felsefeyi geliştirmelerinde çıkış noktası “Kimim ben?” sorusu imiş. Türklerin bayıldığı soru birazcık farklı: “Kimsin sen?”

 

* * *

 

Türkiye dışarıya kapalı bir ülke.

Sınırlarımız dışındakileri “onlar” diye aşağılamaya, düşmanlaştırmaya fazlasıyla teşne, kıymeti kendinden menkul insanlar olarak, uzayda herhangi bir yıldızın yörüngesinde bulunmayan başıboş bir gezegen gibi yaşayıp gidiyoruz.

Durmadan “millî” ve “yerli” olanı kutsayanlar, yabancı olanı ne kadar tanır ki?

Yabancıyı tanımak için ne gerek?

Türkiye, yabancı dil öğretme sorununu on yıllardır çözemiyor (yoksa çözmüyor mu deseydim?). İngilizce yeterlilikte Avrupa ülkelerinin en dibinde.

Dünyanın en pahalı pasaportu Türkiye’de. Bu da yetmiyor, bir de her seferinde insanlardan yurtdışına çıkış har(a)cı alıyorlar.

Sahi, 80 milyonluk Türkiye’de kaç pasaport var? 8 milyon civarında mı?

Peki, pasaport sahiplerinin kaçı yurtdışına çıkabiliyor?

Geçen yıl çeşitli amaçlarla – turizm, iş, öğrenim, akraba ziyareti vs. – yurtdışına çıkanların toplam sayısı 9 milyon civarında görünüyor; ama bu istatistik, 10 defa dışarı çıkan bir kişiyi 10 kişi olarak saydığı için net bir fikir vermiyor.

 

* * *

Elimde olsa herkesi neredeyse zorla kolundan tutup yurtdışına gönderirdim:

Bakın, dünyada bir tek siz yaşamıyorsunuz! Başkaları da var. Hatta çoğunluk “başkaları”ndan oluşuyor.

Geçen yıllarda ülkemizde birkaç kez hapse atma yerine “kitap okuma cezası” verilmişti, hatırlıyor musunuz? Hani “kitapla cezalandırılan bazı suçlular” bu duruma itiraz etmişti?

Kitap okuma gibi insan olmanın ana şartlarından birinin bizde bir cezaya dönüşebilmesi çok garip.

Ama sanırım o cezayı veren yargıçlar iyi insanlardı; karşısındaki adamlar ve çocuklar hapse düşmesin, hem de biraz okuyup öğrensin diye düşünüp “yargı ciddiyetine uygun bir tarzda” açıkladılar kararlarını:

Seni kitap okumaya ve kendini eğitmeye mahkûm ediyorum.”

Türkiye, halkın sanık sandalyesine oturduğu koca bir mahkeme salonu olsa, ben de bir kereliğine yargıç olsam, nasıl bir “mahkûmiyet” kararı verirdim?..

Gereği düşünüldü” deyip biraz duraksar, o anki sessizliğin tadını çıkardıktan sonra devam ederdim:

Seni öteki halkları tanımaya mahkûm ediyorum”, derdim.

Kürdü, Almanı, Çinliyi, Meksikalıyı, Rusu, Arabı... Hepsini tanımaya...

Ve onları sevmeye mahkûm ediyorum!”