Dün Mehmet Ali Birand’ın cenaze törenini karışık duygularla izledim. Gazetecilikle, yazarlıkla, okurlukla ilgili bir sürü düşünce ve soru geldi aklıma.
Her şeyden önce bir gazetecinin cenazesine hem halk hem de devlet sahip çıktı. Biliyorsunuz, bu ikisinin bir araya gelmesi her zaman kolay olmuyor, hele cenazelerde. Televizyonlar saatlerce töreni naklen verdi.
“Sakıncalı” bulunan cenaze törenlerini “ustalıkla” es geçen kanallar da dâhil. Ama Birand’ın Kürt sorununun çözümünden yana yazdıklarını aktarmamaya dikkat ederek tabii.
Bir gazeteciye duyulan saygıyı sergiledi dünkü cenaze. Ayrıca törenin, son yıllarda iyice ayağa düşen bir mesleğe özen gösterilmesine bir “vesile” olduğu yorumunu yapsam, çok mu iyimser bulursunuz beni?
* * *
Türkiye’deki gazeteci sayısı kaçtır acaba? Kayıtlı-kayıtsız, kartlı-kartsız, farklı yayınlarda, değişik biçimlerde çalışan veya işbirliği yapan kaç kişi vardır? Herhalde on binlerce... Yüksek öğrenimde gazetecilik ve iletişim dallarında okuyanların sayısı da binlerce olsa gerek... Ya işsiz gazeteciler?..
Bütün bu sayıları öğrenmek kolay değil. Ama dünya sıralamasında derece yaptığımız için, ülkemizdeki tutuklu gazeteci sayısının 72 olduğunu iyi biliyoruz. Eh, bu da bir “başarı” tabii.
Gazeteci deyince, “sokaktaki adam”ın aklına sadece bilinen televizyon kanallarında ve büyük gazetelerde çalışanlar mı geliyor? Ya daha ufak ve yoksul medya kurumlarında çalışanlar? Ya Anadolu’nun dört bir yanında gazetecilik yapmak için tam anlamıyla bir varlık yokluk savaşı verenler? Ya internette - kopyalayıp yapıştırarak değil, aklı ve emeğiyle farklı bir şeyler yaratmaya gayret ederek - fedakârca gazetecilik yapmaya çalışanlar?
Gazetecilik, bu topraklarda saygınlığı pek yüksek olmayan bir meslek.
Üstelik bu meslekte iyi para kazananların sayısı parmakla sayılacak kadar az.
Sıkıntı, gerilim, tehlike, stres desen, tonla. Bizimkisi, mezarlıklara en sıcak gülümseyen mesleklerin başında.
Hani derler ya: “Aklı olan” yapmaz bu işi!
Ama on binlerce insan gazetecilik yapmak için mücadele veriyor bu ülkede.
Ne ister bu insanlar?
Ne için yaşarlar?
Ne amaçla yazarlar?
Geçenlerde (26 Aralık 2012 tarihli Milliyet’te) Çetin Altan dört bir yandan üzerine yağan “Neyi, niçin yazacaksınız?” sorusuyla iyice bunaldıktan sonra cevap vermeye çalışıyordu:
- Yani biz yazıyoruz. Çünkü yazmazsak, yapamayız. Yani yaşayamayız. Yani bizi geçen bir duygu bu... Yani niçin su içiyorsunuz, niçin yemek yiyorsunuz, niçin teneffüs ediyorsunuz gibi olur bunu sormak. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani... Niye soruyorsun, ne yapacaksın? Sana ne, ha sana ne? Yazıyoruz işte, ne olacak?
Gazetecilik bir tür “hastalık” diyelim isterseniz...
* * *
Birand’ın görkemli cenazesinin kaldırıldığı gün, ondan sadece 3 yaş küçük olan bir başka gazeteci ve akademisyen hayatını kaybetti: Toktamış Ateş. Acaba onu kaç kişi tanıyordu ve onun cenazesi nasıl kalkar?
Yıllar önce İlhan Selçuk beni kendisiyle tanıştırırken Toktamış Hoca can sıkıcı bir dürüstlükle adımı hiç duymadığını söylemişti. Bense o an, yaklaşık 10 yıl çalıştığım Cumhuriyet’te yüzlerce yazı yazmış olmanın kibrini nereye saklayacağımı bilememiştim.
Ya yine 10 yıl kadar Moskova muhabirliğini yaptığım NTV’deki “Washingtonlu görevdaşım” Ümit Enginsoy? Nasıl da olmadık bir zamanda ve olmadık bir şekilde ölüverdi! Kim bilir, onun cenazesi nasıl kaldırıldı...
Merak ettiğim bir başka şey de, benim cenazemin nasıl kaldırılacağı ve daha önemlisi, arkamdan kimin ne söyleyip yazacağı.
Her ölüm bize kendi ölümümüzü düşündürür. Madem biz gazeteciyiz, daha musalla taşında tembellik yapma hakkına kavuşmadan kendi ölümümüz üzerine bir yazı yazmamız daha enteresan olmaz mı? Neden olmasın? Hatta bence eğlenceli bile olabilir bu uğraş. Peki, şimdilik geçelim bu meseleyi.
* * *
Birand’ın cenazesinde bir şeye daha takıldım: O, kuşkusuz, seçkin bir yetenekti, olağanüstü enerjik ve üretken biriydi. Üstelik birçok gazeteci yetiştirmişti. Bununla birlikte Türkiye’de gazeteciliğin en önemli değerleri arasında sayılan “Birand” markasında yüzlerce kişinin alın teri vardır.
Bunda bir acayiplik yok, diyebilirsiniz, “ekip çalışması” kavramından söz edebilirsiniz. Tamam, haklısınız. Ama ben burada o ekiplerin görünmez kahramanlarını hatırlatıyorum. Muhabiri, asistanı, ışıkçısı, sesçisi, montajcısı, redaktörü, sayfa yapımcısı, gazete yazı işlerinin ve televizyon yayın odasının nice kahramanları... Acaba onların cenazeleri bir gün nasıl kalkar?
Arkadaşımın keyifle anlattıklarını dinlerken, yıllar önce, çalıştığım ilk televizyon kanalı olan İnterstar’da, pek sevmediğim bir yöneticinin gözü önünde, pek sevmediğim bir programcıyla aramızda geçen konuşmayı hatırlamıştım. “Senden Yeltsin’i bulup bana randevu ayarlamanı istiyorum; ben de ilk uçakla Moskova’ya gelip tarihi bir söyleşi yaparım!” Dış politikanın “d”sinden anlamayan “reyting canavarı”nın bu küstah talebi karşısında kendimi tutamamıştım: “Peki, ne soracaksın sen Yeltsin’e? Yoksa soruları ben hazırlayacağım da seslendirmeyi sen mi yapacaksın?” Bu tatsız konuşmanın tarihi aklımda kalmamış, ama kanaldan ayrılmamdan kısa süre önceydi.
* * *
Dün baktım, cenaze törenine medya dünyasının birçok ünlü ismi katılmıştı. Genellikle ön sıradaydılar. Arka sıralar, bir kez daha hep arka sıralarda olması gerekenlere aitti. Birkaçı hariç, ön sıralardan duyduğumuz reyting perspektifli ve tumturaklı sözler (ölümle karşılaştırıldığında) pek banal kaçıyordu. O sırada neden arka sıralardan cümle kurmasını ve kamera karşısında poz vermesini başaramama ihtimali yüksek birilerini çekip çıkarmazlar, içten birkaç duyguyla ekranı “daha insanileştirmezler” diye düşündüm.
Çoğu kez medya bir çarktır, hiyerarşidir, yönetici diktasıdır, çıkar ilişkisidir. Bazen bu çarkın dişlileri insanları ezer, parçalar; hayır, fiziksel olarak değil, kişilik ve vicdan bakımından. “Abi” denecek, baş sallanacak, yeri geldiğinde karşısında susulacak, gerektiği an hizmet edilecek ve türlü biçimlerde memnun edilecek “şahsiyetler” karşısında “şahsiyetsizleşmek” çoğunlukla basamak atlatır. Bazen zıplatır, hatta fırlatır, dahası uçurur...
Bir de iktidar baskısını koyun bunun üzerine! Yazılacak ve yazılmayacak haberleri ve yazıları şırıngalayın beyin kılcallarınıza ve yürek damarlarınıza!
O çark öyle ustaca işler ki, bir süre sonra bakarsınız, kimse size sansür falan uygulamaya gerek görmez; zaten siz kendinizi “otokontrol” denilen ahlaki ve mesleki intihar urganlarıyla sımsıkı bağlamışsınızdır.
* * *
Birand’ın cenazesi süzülüp gidiyor ekranlardan. Bir süre sonra sesi ve yüzü, nedense fazla ağırlık kaldıramayan narin hafızalarımızdan silinecek. Hep bugünle yaşamaya devam ederken onu da unutacağız.
Ama hayat sürecek. Bir biçimde... Gazetecilik de devam edecek. Bir biçimde... Hangi biçimde? Kimlerle? Nasıl?
Cenaze bitti. Birand gitti. Ancak onunla vedalaşma sürecinde aklıma gelen ilgili ve ilgisiz birçok soru bana kaldı.
Gazeteci kim? Yazar kim? Okur kim? Kimler hangi haberleri ve yazıları izliyor ve neler bekliyor, ne tür ürünleri beğeniyor, ne zaman kızıyor?
Bu arada beni kim okur, kim okumaz? Yeni okurlarım kimler? Eski okurlardan bana bozulanlar veya küsüp gidenler hangileri? Aldığım iyi ve kötü okur tepkilerine ve mektuplarına cevap vermek için çoktandır içimde biriktirdiğim duygular neler? Okurla (ki o “her zaman haklı” olması belletilen müşteridir bizim için) kavga etmek istediğim anlar hangileri?
Velhasıl, dertleşmeye haftaya devam edelim.