Hakan Aksay

10 Nisan 2012

Meral Okay’a veda: Yanarsın, ama kül olamazsın bu ülkede

Dün sabahın ilk haberi kara, kapkaraydı. Sen ölmüştün...

Dün sabahın ilk haberi kara, kapkaraydı. Sen ölmüştün...

Gazetecilikte ölüm haberine başlık atmak zordur, bilir misin? “Öldü” demeye nedense kimsenin dili varmaz. “Vefat etti”, aynı anlama gelse de dinsel bir “ağrı kesici” gibi görülüp daha çok tercih edilir. Kiminin eli ona da varmaz; “hayatını kaybetti”, “yaşamını yitirdi” diye bir şeyler çiziktirir…

Saatler ilerledikçe seninle ilgili yazılanlar ve konuşulanlar çoğaldı. Ölüm haberi ansal bir üzüntü değildi artık; giderek daha sahici ve sürekli hissedilen bir acıya dönüşmüştü. Ne yazık ki, sen de ancak öldüğünde ne kadar çok sevdiğimizi anladığımız insanlar arasına katılmıştın.

Ardından üzülen, ağlayan çoktu. Bunların bir kısmı seni tanıyanlardı; ne kadar insancıl, yardımsever ve fedakâr olduğunu yaşayarak görenlerdi. Ötekiler ise seni işinle, sanatınla biliyordu; oyunculuğundan, yönetmenliğinden, yazarlığından, şairliğinden, prodüktörlüğünden hatırlıyordu. Sana haksızlık etmek gibi olmasın, ama gerçeği gizlemeyelim; önemli ölçüde de bizi yıllar sonra tarihimize ilgi duymaya yönelten Muhteşem Yüzyıl’ın senaristi olmandan.

Bu arada herhalde bu film dolayısıyla sana bozulan bazı kindar kalemşorlar “O kadın öldü” manşetiyle tarihimizin ve milliyetçiliğimizin senden kurtuluşuna (!) sevindiler kendi çap(sızlık)larında. Senin, ölümünden sonra “yakılmak ve kül halinde denize atılmak” isteğini öğrenmemizden kısa bir süre sonra da, utanmadan “O kadın camiye mi gidecek, fırına mı?” başlığını atan “meslektaşlarımız” oldu.

Böylece seni uğurlamaya başladık: Bir yanımızda sevgi ve şükranla, öteki yanımızda nefret ve tahammülsüzlükle… Başka türlü de yapamazdık ki zaten. Çünkü burası Türkiye’ydi! Ve sen yapmacık birkaç lafla geçiştirilecek kadar önemsiz değildin. Sana karşı hem iyi, hem de kötü hislerimizi olabildiğince okkalı vurgularla haykırmamız şarttı.

 

        *      *      *

 

Biliyor musun, senin için iki kez yüreğim burkuldu.

Birincisi, sen bizim yaralı kuşağımızın tipik ve yetenekli bir temsilcisiydin. Siyasete duyduğun ilgi yüzünden yıllarca türlü sıkıntılara göğüs germiştin. Gönlündeki işleri yapmak için birçok şeyden vazgeçmen, hayata tekrar tekrar başlayıp zorlu mücadelelere girişmen gerekmişti. İstediğin yaşama ancak “ileri yaşlarda” yaklaşmıştın.

Yaklaşmıştın ki… Olmadı, olamadı işte…

İkincisi, bir söyleşide öldükten sonra yakılmak, küllerinle suya karışmak istediğini söylemiş, bu konuda 1946’da çıkan bir yasadan ve “Ankara’daki fırın”dan bahsetmiştin. Aslında ne kadar basit bir istekti bu! Ve ne kadar doğal bir haktı!

Ama olmadı, olamazdı da… İşte bugün istemediğin bir şekilde toprağa gömülüyorsun. Çünkü burası Türkiye! Burada insanı, yıllarını, bütün hayatını yakarlar. Ama kül olmana, küllerinle suya karışmana izin vermezler.

Hem seninle aynı kuşaktan, benzer sıkıntıları paylaşmış biri olarak içim burkuldu…

Hem de senin gibi, hayata veda yolculuğunda, inanmadığı ve benimsemediği bir tören yerine, son bir ateşle kavrulup soğuk küle dönüştükten sonra denizle kucaklaşmak isteyen biri olarak içim burkuldu…

 

        *      *      *


Ne diyeyim… Sen öldün… Burada yoksun artık…

Umarım bir vakitler “Hayatta en zor şey bir ölüye aşık olmak” diyerek özlemini dile getirdiğin “lunaparka benzeyen” sevgili eşinle buluşmuşsundur. (Bu arada bize verdiğin o içten aşk dersi için sonsuz teşekkürler sana.)

Ben bu akşam bir kadeh dolduracağım senin için. Ve onca işinin arasında yazdığın otuz küsur şarkı sözünden birini mırıldanacağım.

Hüzünle karışık neşeden, daha doğrusu neşeyle gizlenmiş hüzünden ördüğün bir şarkıyı. Mezarına gönderemediğim çiçek yerine geçsin diyerek senin için kaldıracağım kadehe sığınacağım. Ve sen uzaktan alaycı bir şefkatle fısıldayacaksın:

 

Yine mi güzeliz, yine mi çiçek? Hamdolsun!

Taze mi bitti topik? Canın sağolsun.

Amanın, yine mi güzeliz, yine mi çiçek