Hakan Aksay

13 Şubat 2014

Laf aramızda, ben Başbakan'dan çok korkuyorum

Yüz ifadesi gergin. Gözler irileşmiş. Bakışları nefret dolu. Damarlar yüzeye yakın. Kelimeler birer kırbaç gibi şaklıyor.

Yok, şaka falan değil.

İtiraf etmesi zor, ama...

Gerçekten korkuyorum.

Hipnotize olmuş gibi her gün haber bültenlerini izlemek için televizyonun karşısına oturuyorum.

Er geç Başbakan Erdoğan'ı gösteriyorlar. Hem de defalarca. Hem de 15-20 kanalda aynı anda.

O konuşuyor. Yani... Aslında... Pek de konuşmuyor... Bağırıyor...

Bazen bir mitingde, bazen basın toplantısında, bazen Meclis'te...

Kızıyor, kükrüyor, haykırıyor...

Yüz ifadesi son derece gergin. Gözler bazen kısılmış, bazen irileşmiş halde. Bakışları sinir, hatta nefret dolu. Damarlar yüzeye yakın, bazen boyun bölgesinde dışarı çıkma eğiliminde.

Kelimeler acımasız, her biri dudaklarında kırbaç gibi şaklıyor. Bazıları kurşun misali hedefe saplanıyor.

 

*   *    *

 

Yavaş yavaş gerilmeye başlıyorum. Başbakan'ı dinlerken farkında olmadan yüz ifadem ve ruh halim değişiyor.

Daha önce keyifliysem bile, o sırada günün olumsuz haberlerini hatırlayarak asabileşecek nedenler buluyorum, hoşuma gitmeyen insanlara karşı tahammülüm azalıyor, cezalandırma ve hakaret etme dürtülerim hareketleniyor.

Zaman zaman kendimi kontrol ediyorum. Çoğu kez şakaya vuruyorum. Gülüp de tümüyle rahatladığımı sandığım anlardan sadece birkaç saniye sonra tekrar az önceki kötümser ve saldırgan psikolojiye dönüyorum.

Acaba yalnızca benim zaafım mı bu, diye çevreme bakıyorum. Hayır, herkesi az çok bu halde görüyorum.

Hatta en ilginci, birkaç kez pek Türkçe bilmeyen Rus konuklarım yanımdaydı; fark ettim ki, pek anlamadıkları dilde ateşler saçan bir lideri dinlerken yüz ifadeleri neredeyse deprem ya da yangın sırasındaki gibiydi.

 

*   *    *

 

Erdoğan'ın çevresindeki insanlara, konuşmayı dinleyenlere bakıyorum.

Hiçbiri Başbakan'ın karşısında gevşek duramıyor.

En babayiğidi bile belli belirsiz diken üstünde oturuyor. Onları biraz rahatlatan, bu tehdit edici güçle (şimdilik!) aynı saflarda bulunmak.

Gözlerinde karmaşık parıltılar var. Önceleri bunun büyük lidere duyulan saygıyı yansıttığını sanırdım, zamanla saygıdan ziyade korkuyu tanıdım o bakışlarda.

Başbakan'ın karşısında bir hata yapmaları durumunda bunun hemen yüzlerine vurulabileceğinden, oracıkta eleştirilebilecek, hatta fırçalanabilecek olmaktan korkuyorlar.

Hani, bu iş kenarda köşede (mesela, tanık bulunmayan bir odada) olsa neyse; biraz hık mık ederler, yanlarında başka kimse olmadığından dolayı “kısa bir onursuzluk seansı”nı içlerine atabilirler.

Ama kalabalık içinde öyle mi?

Onca insan, gazeteciler, televizyon kameraları.

Rezil olurlar valla!..

Rezil eder Başbakan onları!..

Gerekirse yerin dibine geçirir.

Adamın astı üstü, çoluğu çocuğu, anası karısı bütün bunları görürmüş; sonra onu madara edermiş; aldırmaz.

Hata yapan hak etmiştir çünkü.

Liderdir, gülüp sever de, kızıp döver de. (Gerçi "asırlardır" ne güldüğünü görebiliyoruz, ne de sevdiğini; ama neylersin, zor ve "paralel" zamanlar...)

 

*   *    *

 

En güçlü adamın gazabına uğrayanlar arasında kimler yok ki! Politikacılar, işadamları, gençler, kadınlar, Aleviler, Kürtler, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler... Ah, meslektaşlarım...

Geçen gün Başbakan kendisine soru soran Zaman muhabirine saydırdı:

- İddia ediliyor deme, iddia ediyoruz de. Bu iddiaların hepsinin altında patronlarınız var. Dışa bağlı olduğunuz yer size nasıl komuta ediyorsa, ona göre hareket ediyorsunuz. (...) Bunları patronlarına söyleyecek irade sende yok...

Konuşan, yani saldıran, onca gücün - polisin, askerin, hakimin, savcının, iş dünyasının vs. - kudretli lideri... Hedefteki ise bir gazeteci. Hangi görüşte olursa olsun, görevi soru sormak olan bir muhabir.

Hep böyle değil miydi? Hatırlayın...

2004 yılbaşında, Karabük'teki olay arşivlerde. Erdoğan'ın sorusunu beğenmediği Vatan gazetesi muhabirine yönelik olarak söylediği sözler: "Sen iyi niyetli değilsin! Edepsiz! Sus, konuşma! Hadi oradan! Ağzın leş gibi alkol kokuyor!" Ve üzerine yürümeler. Koruma görevlilerinin darpı...

2008 sonbaharında, Kocatepe Camii’nin avlusundaki kitap fuarında, kendisini Deniz Feneri Derneği’nin standı fonunda görüntülemek isteyen Hürriyet ve Milliyet muhabirlerine "Sen çok akıllısın, ben senin aklını biliyorum. Terbiyesizlik, edepsizlik etme! Çekil kenara!” diye bağırması...

2010 ilkbaharındaki Yunanistan ziyareti sırasında, Ege’deki Türkiye uçaklarının uçuşunu soran Yunanistanlı gazetecilere “Siz Yunan Silahlı Kuvvetlerinin gazetecileri gibi, hatta radar üssünde görevli bir teknisyen gibi çalışıyorsunuz." diyerek çıkışması...

Gezi Parkı olaylarının başlarında "aşırı güç kullanımına karşı ne önlem alındığını" soran Reuters muhabirini “Yumuşatıcı ifadeler ne olabilir, bana öğretirseniz ben de öyle konuşurum." diye paylaması...

Geçen yılın kasım ayında "kızlı-erkekli evler" konusunda Kanaltürk muhabirini, Suriye politikasıyla ilgili sorudan dolayı İsveçli bir gazeteciyi, yine "kızlı-erkekli" merakından dolayı Finlandiyalı bir meslektaşımızı terslemesi... 

Geçen ay HSYK değişikliğine ilişkin soru soran Fransız gazeteciye "Anayasa düzenlemesi yapılırken bu soruyu neden sormadınız, merak ediyorum." diyerek kızması...

Yerli-yabancı demeden sindirme, aşağılama, tehdit...

 

*   *    *

 

İşte ben Erdoğan'ı bu hiddetli zamanlarında birilerinin - ve bu arada gazetecilerin - payını verirken gördükçe, yavaş yavaş içimi bir ürperme duygusu sarmaya başladı.

İster istemez kendimi onların yerine koyar oldum.

Yani Başbakan o eleştirileri bana yöneltse, beni azarlasa, bana fırçayı bassa ne olurdu, diye düşünür oldum…

Hani, olmaz tabii, ama…

Ya olursa?..

Ya onca kişinin ve kameranın önünde rezil edilen ben olsam?

Cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü…

Sussam herkesin gözünde saygınlığım tuz buz olur. Susmasam yiyeceğim fırça katmerlenir…

Ter basmaya başlıyor bu fikrin akıma düştüğü anlarda.

Çekinmeye, ürkmeye, daha açık söylemek gerekirse, korkmaya başlıyorum.

 

*   *    *

 

Biliyorum, yakın zamanda böyle bir ihtimal yok.

Yani Başbakan'la bir araya gelmeyeceğiz.

Bir mitingde ya da toplantıda tesadüfen karşılaşacak değiliz.

Mesela, hükümetin Rusya politikasını falan danışmak için beni huzuruna çağırma ihtimali yok.

"Bre densiz, sen T24'de hakkımda neler yazmışsın!" diye tutup beni bizzat muhatap alacağını da pek sanmam.

Sanmam da... Hani, olur a... Bir gün...

Neyse...

Düşünmek bile istemiyorum.

Gel gör ki, her gün sinirli konuşmalarını ve bazen de gazetecileri "anında harcayıverdiğini" izledikçe bu ihtimali tümüyle aklımdan silemiyorum.

Bazen sakinleşerek kendimle dalga geçiyorum.

Ve yine Erdoğan'a "sahici sorular" sorup şimşeklerin çakmasına yol açan meslektaşlarımla "empati" yapıyorum.

Sonra da onların yerinde olmadığım için - biraz da utanıp sıkılarak - dua ediyorum.

Tanrım, bizi bu korkulardan kurtar!..

 

@AksayHakan