Hakan Aksay

22 Nisan 2012

Günce yazmak için asla geç değildir

Günce yazmaya başladığımda 13 yaşımdaydım. Yazarak kendimi ve dünyayı tanımaya çalışıyordum

Günce yazmaya başladığımda 13 yaşımdaydım. Yazarak kendimi ve dünyayı tanımaya çalışıyordum.

Ama 70’li yılların ortalarına doğru ilerliyorduk ve siyaset, her konuya olduğu gibi günceme de ağırlığını koyuyordu. Güncemdeki siyasetle ilgili notların fazlalığı, giderek onun ve benim için tehlikeli olmaya başlamıştı.

Darbe ortamının acımasız kararları arasında bir cinayet işlemek de vardı: Güncemi yakmam gerekiyordu. Gerçi içinde yalnızca siyaset değil, çocukluk anılarım, aşklarım, arkadaşlıklarım, hobilerim ve kişisel gelişimle ilgili aşamalarım da vardı. Ama “polisin eline geçerse…” o yıllarda ürkütücü bir cümleydi. (Sadece o yıllarda mı?..)

Yurtdışında geçirdiğim 7,5 yıl sonra geri dönmeye hazırlanıyordum. Dönüşün de ciddi riskleri vardı. Her gün aklımdan geçen bir sürü şeyden biri de güncemdi. Yurtdışı hayatımın güncesi. Oysa ayrıldığım Doğu Almanya’da onu verebileceğim güvenli eller vardı. Vardı ama… Yapamadım.

Bu iki ölüm, bu iki cinayetim, bugün bile içimde derin bir yaradır. Evlat acısı gibidir hâlâ…

Sevdim. Çok sevdim güncemi. O bana hiç kimsenin beceremediği kadar yardım etti, bana beni anlattı. Kâğıda döküldüğü anda benden bağımsızlaşan kelimelerle beni uyardı, eleştirdi, destekledi, yüreklendirdi, bana bir şeyler önerdi, bazen de kendi sayfalarında parlattığı bir dizi fikri ve anlatımı, “dışarıya yönelik” yazdıklarımın goncası yaptı.

Ben de onu geliştirmeye, değiştirmeye çalıştım. Zamanla ona karşı daha samimi ve içten davranmaya özen gösterdim. Bazı aylaklık zamanlarımda ben mi güncem için daha önemliyim, o mu benim için, diye kafa yorduğum oldu.

Galiba ikimizin de birbirimize “yaşamsal derecede” ihtiyacı var. Bu yüzden 38 yıldır sürüyor onunla dostluğumuz.

 

*      *      *

 

Yalnız kendi günceme değil, başkalarınınkine de ilgi duyarım ben. Bu yazıyı yazarken bir kez daha baktım bazı yabancı güncelere ve günce tutmak konusunda yazılanlara…

Nedir günce? Neden yazılır? Ne işe yarar? Anıdan ve başka yakın türlerden farkları nelerdir? Bu ve başka konularda o kadar çok tanım var ki. Ben tanımlarken katı olmamaktan yanayım. Ne tarz olarak, ne yazılan konularda, ne yazış sıklığında, ne de amaçlarda… Herkesin güncesi kendinedir bence. Ve herkes kendi ihtiyacını kâğıda dökerken ister istemez edebiyata bulaşmış olur.

Güncenin adresi kimdir? Kimin için yazılır günce? Bu sorunun en yaygın cevabı bellidir: İnsan günceyi kendisi için yazar. Ama bazen güncenin yazarı, yazdığı bir şeyleri birilerine göstermek, yabancı bir görüş ve tepki almak isteyebilir. Bu durum, işin rengini biraz değiştirir. Günce “biraz da başkaları için” yazılmaya başlandığında ne kadar içten olabilir acaba?

Ya kitap olarak yayımlanan güncelerdeki satırlar; onlara ne demeli zaman? Her konuda tek bir cevap ve tek bir doğru olabilir mi?

İnsanın, kimseye göstermeden, sadece kendisi için yazdığı ve hiçbir sansür olmadan kaleme aldığı güncenin (bu ne kadar mümkünse, tabii) daha içten olduğuna inanılır genellikle.

Burada aklıma Lev Tolstoy’dan üç örnek geliyor. Bilmiyorum, hepsi Türkçe’ye çevrildi mi, ama Tolstoy’un epeyce güncesi vardır.

Birincisi, ergenlik çağlarının içten itirafları ve kendine yönelik aşağılamalar ve kararlarla doludur: “Yine fahişelere gittim. Oysa bunu bir daha yapmamaya söz vermiştim. Artık buna bir son vermeliyim.”

İkinci örnek, 34 yaşındaki Tolstoy’un, evliğinin en başında, daha zifaf gecesinde 18 yaşındaki eşi Sofya’yı (ki o da sonradan günce yazmaya başlamıştır) güncesini okumaya zorlamasıdır. Orada kendi ilişkileri, kadınlarla deneyimlerinin ayrıntıları vardır. Karısı, daha işin başında her şeyi öğrenmelidir ve bundan böyle aralarında ne sır ne de yalan olmalıdır.

Uzun yıllar içinde birçok sorun yaşadığı, ölmeden az önce evden kaçmasının temel nedeni olarak gördüğü ve ölüm döşeğinde yanına yaklaştırmak istemediği eşine yönelik “günce kıvamında samimiyet” kararı fazla işe yaramamış gibidir. Bu durum, üçüncü örneğimizin doğmasına yol açmıştır: Ömrünün son yılında “sadece kendim içindir” diyerek yazdığı bir gizli güncesi olmuştur Tolstoy’un. Ve maalesef, o da gizli kalamamıştır.

Bir de Aleksandr Puşkin’in Gizli Günce’si vardır. Ölümünden 100 yıl sonra yayımlanmasını istediği söylenen. Puşkinseverlerin şiddetle reddedip sahte olarak nitelediği. Belki doğru değildir, belki de doğrudur, kim bilir. Ama ben “aşırı sansürsüz” cümlelere takılıp kalmadan keyifle okuduğumu hatırlıyorum.  

Başkalarının yazdığı güncelere duyulan ilgi çok büyüktür. Çünkü yabancı sırlar, cinsel konular, korkular, kompleksler, hastalıklar, hatalar, aptallıklar her zaman insanda derin bir merak uyandırır.

Günce, yalnızca insanın kendisini daha iyi tanıması ve yıllar sonra geçmişini daha iyi hatırlaması için yazılan notlar değildir; günce bir edebiyat türüdür. Çok yaygın bir edebî tarz olmasa da, bazı güncelerin dünya edebiyat tarihinde derin izler bıraktığı ortadadır.

 

*      *      *

 

Anne Frank’ın Hatıra Defteri, en etkili güncelerdendir. Faşizm şartlarında gizlenen Yahudi bir kızın gizlice tuttuğu notlar, onun 1945’teki ölümünden iki yıl sonra basıldığında yer yerinden oynamıştır. Kitap, tiyatro, bale, film, müze olmuştur; UNESCO’nun koruması altına alınmıştır.

Victor Hugo, Franz Kafka, Thomas Mann, André Gide, Stendhal (Marie-Henri Beyle), Stefan Zweig, Nikolay Gogol, Feodor Dostoyevski, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Marcel Proust ve daha birçok edebiyatçının günceleri (veya “güncemsi eserleri”) vardır.  

Ünlü ressamlar Paul Gaugin’in ve Salvador Dali’nin, sinemanın devleri Jean Cocteau'nun, Cesare Zavattini'nin ve Andrey Tarkovski'nin güncelerini de ekleyelim.

İntihar eden iki yazarın, Cesare Pavese ve Sylvia Plath'ın çok özel güncelerini de unutmayalım.

Ve günce tarzının klasikleşen isimleri Katherine Mansfield ve Virginia Woolf’u özellikle vurgulayalım.

 

*      *      *

 

Yabancı kaynaklarda diary” ve “journal diye geçen, bizim eski dille “ruzmane”, pek çoklarına göre “hatıra defteri”, Falih Rıfkı Atay’ın diliyle “günlük”, Nurullah Ataç’ın diliyle de “günce” dediğimiz notlar, Türkiye’de çok yaygın bir alışkanlık değildir.

Ülkemizde bu tarzın geçmişinde genellikle Evliya Çelibi'nin Seyahatname’si, Direktör Ali Bey'in Seyahat Jurnali, şair Nigâr Hanım'ın Hayatımın Hikayesi, Ahmet Refik Altınay'ın Kafkas Yollarında’sı, Ömer Seyfettin'in Ruznameler'i gösterilir.

Günce yazanlar arasında, yukarıda adlarını andığımız Falih Rıfkı Atay ve Nurullah Ataç’ın dışında, Oğuz Atay, Cemal Süreya, Fethi Naci, Salâh Birsel, Tomris Uyar, Cemil Meriç, İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Adalet Ağaoğlu, Oktay Akbal, Cahit Zarifoğlu, Muzaffer Buyrukçu, Memet Fuat ve herhalde daha pek çok isim sayılabilir.

 

        *      *      *

 

Dokuz yıl önce bir arkadaşımın annesi ölmüştü. Annemin yaşıtıydı. Tanışıyorlardı. Arkasında bıraktığı üç oğlunun, annelerinin hayatını yazmaya karar vermesi beni çok etkilemişti. Bu, bir anne için yapılabilecek en güzel şeylerden biriydi. Belki bir başkası da, anne daha yaşarken onu kendi tarihini yazmaya yönetmek olabilirdi, diye düşündüm. Ve annemi günce yazmaya özendirmeye, hatta zorlamaya başladım.

Annem 75 yaşındaydı ve bu önerimi “imkânsız” sayıyordu. Uzun süre mücadele ettik. Bir sabah, kahvaltı yaparken ansızın bir soru sordu: “Nasıl yazı yazılır?..” Sonrası geldi. Dokuz yıl içinde epeyce şey yazdı. (Henri-Frédéric Amiel gibi 174 defter doldurmadı belki, ama sanırım birkaç defteri oldu.) Birkaç kez yazdıklarını bana göstermek istedi. Bakmadım. Böylece özgürlüğünü kısıtlamak istemedim.

Zaten kendi yazdıklarımı da başkalarına gösterme meraklısı değilim. Çünkü günce “kişisel bir uğraş” ve “bireysel bir üretim” sayılır bence. Başkaları görsün ve beğensin diye yazılmaz. Mutlaka basılsın diye de yazılmaz. Ancak basılıp da başkalarına çok yararlı olan güncelerin değerini asla reddetmem; o ayrı konu. Birilerinin yabancı bir günceyi okuması konusunda aklıma hep Salâh Birsel’in cümlesi gelir: “Ölmeden bu günlük güzelleşmiş olamaz.”

Kim olursa olsun, edebiyatla arası nasıl olursa olsun, herkese tavsiye ederim ben günce yazmasını. En azından bir süreliğine denemesini… Günceyle hayata bakışın gelişir, duyarlılığın güçlenir, içtenliğin artar… Günce, biraz da ayrıntıları yakalama ve unutmadan kayda geçirme sanatıdır. Hayat da ayrıntılardan ibaret değil midir zaten?..