Hakan Aksay

23 Ekim 2011

Eski bir düş ve düş kırıklıkları

Buğulu gözleri hep hüzünlüydü sanki. Ama uzun ve gür sarı saçları dağıtırdı bu havayı. Yanakları hep bir şeylerden utanıyor gibi kıpkırmızıydı.


Buğulu gözleri hep hüzünlüydü sanki. Ama uzun ve gür sarı saçları dağıtırdı bu havayı. Yanakları hep bir şeylerden utanıyor gibi kıpkırmızıydı. Bizim okulun en erişilmez kızıydı. Onunla değil konuşmak, yan yana durmak ya da selamlaşmak bile coşku vericiydi. Çok güzeldi. Yalnızca ayakları biraz büyükçeydi…



Yıllar geçti. Onu unuttum. Bazen kimi okul arkadaşlarıyla görüşüp de geçmişi yad ederken, buğulu gözleri, uzun saçları ve kırmızı yanaklarıyla aklıma gelirdi. Bir de büyükçe ayaklarıyla. Ama adını hatırlayamaz olmuştum.


Bir gün yolum yine Leningrad’a düştü. Gençliğimin kırıntılarını değişik semtlerde aradıktan sonra, bir restoranda günün yorgunluğunu çıkarmaya karar verdim. Orada gördüm onu. Yalnız değildi. Yaşlı ve çirkin bir yabancıyla birlikteydi. Zengin bir işadamıydı galiba yanındaki. İngilizce konuşuyorlardı. Adam onu satın almış gibi davranıyordu; o da, satmış gibi güzel vücudunu.


Beni görünce sıkılabileceğini düşünerek onu görmezden geldim ve uzak bir masaya geçtim. Ama o fark etti. Geldi sarıldı. Herhalde kucakladığı ben değildim yalnızca; başka bir şeylerin sıcaklığını arıyor gibiydi.


İçkiliydi. Konuşmasına argo, hatta küfür karıştırıyor, sonra da yapmacık bir mahçup edayla gülümsüyordu. Ne kadar değişmişti! Ama yanakları kırmızıydı hâlâ. Ve gözlerinde aynı hüzün vardı. Son moda saçları ne yazık ki kısacıktı. Ayaklarına dikkat edemedim…


Masasından gelen küstah bir çağrı konuşmamızı kesti. ”N’eylersin, hayat böyle!” türünden bir tavırla, belki de “Bak işte, düşlerinizin kahramanı bu hale geldi” gibi bir bakışla uzaklaştı. Üzüldüm.

Bir-iki yıl sonra duydum ki, nasıl olduysa bir şirket kurmuş. Çok geçmeden de iflas etmiş. Epeyce borçlanmış. Ve zorunlu olarak evlenmiş karanlık biriyle. Ara sıra dayak yiyormuş kocasından. Yine üzüldüm. Nasıl da savuruveriyor hayat insanları bazen!



Yıllar sonra bir gün ansızın, bu kez Moskova’da rastlaştık. Yanında aynı tipten bir adam. “İkinci eşim”, dedi. Kendisinden söz ederken daha bir buğulandı güzel gözleri. Saçları biraz uzamış; ama eskisi gibi değil; üstelik rengini daha da açmış nedense. Yanakları yine kırmızı, ne kadarı gerçek, ne kadarı boya diye kuşkulandığımdan dolayı kendime kızdım. Ayaklarında büyük pahalı iskarpinler…


Adam da ikide bir lafa karışır, sözü Türkiye’yle Rusya arasındaki ticarete ve iş fırsatlarına getirir. Dertti sanki! Arkadaş söyleşilerini iş görüşmelerine dönüştürenlere dayanamıyorum zaten!.. Tadım kaçtı. Duygularımı gizlemesini de öğrenemedim bir türlü. Durumu kocasının yerine o fark etti. Kısa kesti. Vedalaştık.


Arabalarına bindiler. Direksiyon başına geçen adam, ilk kez rahat bırakmıştı bizi birkaç saniye için. Ama konuşacak fırsat kalmamıştı artık. Zaten konuşmak değildi orada en uygun olan. Sımsıcak bir bakış süzüldü kapalı camın ardından. Bir şeylere üzgün olduğunu sessizce haykıran buğulu bir bakış. Ve ardından – arabanın uzaklaşması ve aramızdaki mesafenin büyümesiyle birlikte sanki giderek artan bir cesaretle – capcanlı bir gülüş. İşte şimdi tıpkı yıllar önceki kız!..


Adam iyice gazladı. Onu göremiyorum artık. Ama hüzün dolu buğulu gözleri, gür ve uzun sarı saçları, kıpkırmızı yanakları aklımda. Ve biraz büyükçe ayakları…