Hakan Aksay

20 Mart 2016

Davutoğlu derhal İstiklal'e çiçek bırakmalı ve yerdeki bayrakları kaldırmalıdır!

Alışın: Patlama, sonrasında önlemler, kınama mesajları, yasaklamalar, olay yeri incelemeleri ve Başbakan'ın çiçek bırakması...

Dün sabah İstiklal'deki patlamadan haberdar olduğumda içimde iki duygunun çığlığı yükseldi:

Hüzün ve isyan...

Yine suçsuz insanların ne için öldüklerini bile anlamadan, vahşi bir ateşin tesadüfi kurbanları olarak hayatlarını aniden noktalamak zorunda kaldıklarını düşündüm.

Yakınlarının feryatlarını duymaya, yaralıların acısını hissetmeye çalıştım.

Kimisi belki ömür boyu "o gün"le yaşamaya mahkûm olacaktı.

Neden?

Ne adına?

Kimin, hangi iğrenç amacı uğruna?

İsyan duygum kısa sürede hüznümü bastırmıştı.

Çevremde ne varsa kırıp dökmek, camı çerçeveyi indirmek istedim.

Ve doludizgin sövmek.

Yeter!

Daha ne kadar ölüm göreceğiz?

Giderek büyüyen bu kan gölünde daha ne kadar insanın boğulması gerekiyor?

*    *    *

Sonra durdum...

Kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Madem ki - şu iğrenç ve yaygın deyişle - "hayat bir şekilde devam ediyor" idi...

Duygularımı bastırmaya çalıştım.

İnternet sitelerinde haberin ayrıntılarını aradım.

İlk önce İstiklal'in iki tarafında birer kale gibi güçlü durarak kimseyi olay yerine bırakmayan güvenlik güçlerimizi gördüm.

Demek ki devletimiz, İçişleri Bakanlığı, İstanbul Emniyeti görev başındaydı.

Aklıma Efkan Bey'in Twitter'dan göndermiş olabileceği bir mesaj geldi:

"Bu hain saldırı ülkemizi hedef almaktadır, şiddetle kınıyorum" türünden bir şeyler.

Baktım, henüz mesaj yoktu, ama umarım çok yakında yayımlanacak ve yüreklerimize su serpecekti.

Sonra şu sıralarda ilan edilmesi gereken "yayın yasağı" meselesini hatırladım.

Bunu yaparken bir an kendimi "Pavlov'un köpeklerinden biri" olarak hissettim:

Patlama, sonrasında önlem, kınama tweet’leri ve mesajları, yasaklamalar, sosyal medyanın yavaşlatılması/engellenmesi, terörle mücadelede "kararlı" açıklamalar, ardından olay yerinde incelemeler ve Başbakan'ın çiçek bırakması...

Evet, "terörle yaşamaya alışmak zorunda" bir halk olarak bu senaryoya da alışmalıydık.

*    *    *

Alışmak zorunda bırakılan yurttaşlardan biri olarak bu sürece "bir şekilde" katkıda bulunmak adına ne yapabileceğimi düşündüm.

Yapabileceğim ve söyleyebileceğim şeyler arasından "sakıncalı" olanları eleyerek nasıl bir talep ileri sürebileceğimi aradım.

Ve buldum!

Başbakanımızı derhal olay yerine gitmesi ve İstiklal'e çiçek bırakması için harekete geçmeye çağırma kararı aldım.

Yerdeki Türk bayraklarını özenle kaldırma görevini de buna ekleyeyim (zaten bu millî geleneğin temeli "Reis" tarafından atılmıştı).

Davutoğlu, İstiklal Caddesi'ni boydan boya dolaşmalı, esnafla "moral verici" sohbetler düzenlemeli, oradan geçen turistlerin koluna girerek onlara simit ısmarlamalıdır.

Ve teröre karşı "millî birlik ve beraberlik" çağrıları yapmalı, herkesi Cumhurbaşkanı'nın arkasında birleşmeye davet etmelidir.

(Bu arada Almanya ve ABD'nin sözüm ona terör uyarılarının aslında teröristleri özendirdiği de ortaya serilmelidir.)

Nihayet, ölenlerin cenazesine üzgün yüzlü devlet büyükleri katılmalı, halk ise "şehitler ölmez vatan bölünmez" sloganını bağırmalıdır.

Ve hayat devam etmelidir.

 

*    *    *

 

Bütün bunları aklımdan geçirdikten ve yazdıktan sonra tekrar internete baktım.

İstiklal'deki kan lekelerini, buzlanarak gizlenen ceset parçalarını gördüm.

Yüreğim yandı.

İçime yine o iki çaresiz duygunun gözyaşları damladı:

Hüzün ve isyan...

Yazık değil mi birilerinin siyasi hırsları için göz göre göre yüzlerce insanı kurban etmek!

Bu ne vicdansızlıktır onca masumun ölümüne sessizce selam durmak!

Bütün bunlara "alışarak", bir köşeye çekilip bu kirli senaryoları kanıksayarak insan kalmak, yurttaş kalmak mümkün mü?

Yetmez mi bunca kan?

Yeter!

Yeter!

Yeter!..