Hakan Aksay

09 Şubat 2011

Bu yazı Hıncal Uluç’la ilgili değildir (‘Ne iş olsa yaparım abi’ gazeteciliği)

... Genç bir kadının ölümü, onu ve herkesi özel hayatından dolayı suçlamaya hazır olan...

Merak etmeyin. Defne Joy Foster’in ölümü ve Hıncal Uluç’un (yazının devamında kısaca HU diyeceğiz) bu ölüm hakkındaki yorumu üzerine çok şey yazıldığını biliyorum. Niyetim, aynı şeyleri tekrar etmek değil.
Genç bir kadının ölümü, onu ve herkesi özel hayatından dolayı suçlamaya hazır olan toplumun büyük çoğunluğu (kısaca “kınamacılar” diyelim) ile özgürlüklerin sınırlarını genişletmeye çalışan azınlığı (kısaca “özgürlükçüler” diyelim) bir kez daha karşı karşıya getirdi. 
HU “kınamacılar”ın sözcüsü rolünü başarıyla oynadı. Ona karşı çıkanlar ise, en azından medyada “özgürlükçüler”in mücadelesini son derece enerjik biçimde savundular.

“Kınamacılar”
– her ne kadar bireysel yeteneklerini ve kişisel hırslarını sergileseler de – çoğunluğa dayanmanın güveniyle davrandılar. “Özgürlükçüler” ise – çoğu kez toplumun çoğunluğuyla bire bir karşı karşıya olduklarını gündeme getirmekten kaçınarak – genellikle HU’yu hedef aldılar (Bunda, kuşkusuz, HU’nun çelişkiler ve tartışmalarla dolu geçmişinin ve bugününün pek çok kişide yarattığı derin antipati de etkili oldu).

“Özgürlükçüler”
in HU’yla ilgili yazdıkları yazılarda son derece ustaca saptamalar ve dikkat çekici yöntemler vardı. Ancak genellikle amaç aynıydı: “HU’ya haddinin bildirilmesi”. Bu amaç nedeniyle, söz konusu yazılarda bol bol HU’nun hayatındaki tutarsızlıklar da kullanıldı, onun hiç de öyle büyük bir gazeteci olmadığı savı da, ona yönelik çeşitli aşağılayıcı anlatımlar ve alaylı üsluplar da.
(Bu satırların yazarı da, tartışmaları dikkatle izlerken “HU’ya haddinin bildirilmesi” yolunda yazılabilecek bazı “zeki” cümleleri bir kenarda ısıtmaya çalışıyordu. Ama onların çoğu da söylenip yazıldığı için kızgınlık keyfini kısa kesmek ve bu meselenin gösterdiği bazı objektif gerçekleri tekrar hatırlamak zorunda kaldı.)

*      *      *

Başlıkta da dediğim gibi, bu yazı HU üzerine kaleme alınmamıştır. HU, aynadaki tüm görkemine karşın bir başına o kadar da büyük önem taşımamaktadır. Ama ortada birçok HU vardır: HU, HU-2, HU-3, HU-4…
Bu HU’lar bazen “kınamacılar” adına “özgürlükçüler”in gırtlağına çöken, bazen de medyanın “ali kıran baş kesenleri” olarak naralar atan efeler olmaktadır.
Görünen o ki, devir HU’ların devridir. Ve gazetecilikte en çok HU yöntemleri prim yapmaktadır.
Nedir “HU’culuk”?
En başta kendine güvendir. Hem öyle böyle değil, “sapına kadar”, küstahça bir güven.
Ama aynı zamanda konjonktürü ve dengeleri dikkatle kollayabilmektir HU’culuğun önemli bir yanı. En “bireysel çıkış”ta bile “arkadan gelecek destek birliklerini iyi hesaplayabilmek”tir.
Ve HU’culuk, ne pahasına olursa olsun, kendini ileri çıkarabilmek, ele aldığın fikirlerin ve olayların da önünde mutlaka kendi kelle-i şerifini ortaya uzatabilmektir. (Sözüm ona “sitcom gazeteciliği” devrimi yapanlar, “ne olursan ol, bizzat kendin haber ol” ve “bütün mesele gündem olmak ve çok konuşulmaktır” diyerek, HU’ların sayısının artmasına çanak tutmuşlardır.)
Bir başka ölçüt de “vicdansız ve acımasız” davranabilme ustalığında yatar HU’culuk açısından. Ne bir insanın hayatı veya ölümü önemlidir bu gibiler için, ne yüz binlerce işsiz, ne açlık, ne savaşlar!.. O gün kendilerini bir adım ileri çıkarabilecek bir basamak bulabildilerse, o basamağın altında ne ve kim olursa olsun, bütün güçleriyle basıp üzerinde yükselmeye çalışırlar.

*      *      *

Ve nihayet HU’culuğun ve medyamızın çok önemli bir özelliğine gelelim. HU’lar ve HU’cular profesyonellikten uzaktır. Çünkü onlar için “profesyonellik”, yeryüzü tanrılarına dar gelen bir gömlek gibidir.

Neredeyse hiçbir konunun uzmanı değillerdir. (Ya da belki bir tek konunun, mesela, sporun bir ya da iki dalının.) Ama her konuda mutlaka fikirleri vardır. Hem de “ölümüne” savunacakları fikirler!.. İç politika da onlardan sorulur, dış politika da. Ekonomi de, trafik de. Kültür de, sağlık da. Spor da, magazin de. Ekoloji de, cinsel sorunlar da...
Ele aldıkları konuları aslında çok iyi ve ayrıntılı bilmiyor olmaları onları hiç ürkütmez. Çünkü onlar “piyasa adamı”dırlar. Neyi ne zaman konuşmak gerekir, hangi konunun neresinden tutmak lazımdır, cümleler nasıl parlatılır, sığ fikirler nasıl satılır, ucuz polemiklere nasıl sırnaşılır; çok iyi bilirler. Onların bilmedikleri yerler de zaten “okura/halka ağır ve sıkıcı gelecek”, dolayısıyla bilinmemesi ve yazılmaması gereken şeylerdir. Ki bunları sadece “biliyor gibi yapıp” bilgiç ve alaycı birkaç ifade sergilemek yeter de artar bile.

*      *      *

Bu son yazdıklarımla HU’culuğun sınırlarını tehlikeli biçimde genişletip yaydığım söylenebilir. Olsun. Zaten ben de en baştan bu yazının HU üzerine olmadığını söylemiştim. (Siz benim “HU, HU-2, HU-3, HU-4…” yaklaşımımı yeterli bulmayıp illa ki başka harfler kullanmak isterseniz, buyurun: EÖ, EÖ-2, EÖ-3, EÖ-4… EA, EA-2, EA-3, EA-4… AB, AB-2, AB-3, AB-4… vs. vs.)
Türkiye belirli bir mesleğe ve profesyonel beceriye sahip insanların geleneksel olarak çok az olduğu, “ne iş olsa yaparım abi” yaklaşımının egemen sayıldığı bir ülkedir. Bizde uzmanlığın pek kıymeti yoktur. Gazeteci kendi işini birilerin mezarını kazmak olarak görür, mezarcı politika yapmaya çalışır, politikacı sanatı mahkûm etmeye bayılır…

“Ne iş olursa olsun, yaparım abi”
ci bir zihniyetin kol gezdiği ülkede, köşe yazarı da “Ne konu olursa olsun, yazarım abi” der. Köşeler, eli kalem tutan-tutmayan herkesin imrendiği birer cüce imparatorluğa dönüşmekte, sahiplerine sınırsız tatmin imkanları sunmaktadır. 
Ne gazete yönetimleri, ne de “sistem” bunu denetlemek, son günlerin popüler deyişiyle “Sen kimsin ki” (politika/sanat/spor/felsefe/bir kadının ölümü vs. üzerine yazıyorsun) demek kaygısını göstermektedir. Tersine, genelde “çok iyi bir fırsat ve etkili bir konum” olarak değerlendirilen köşeler, bu çarpık haliyle herkes tarafından başka bir nalıncı keseri eşliğinde kullanılmaya çalışılmaktadır.
75 milyonluk ülkede ulusal çapta yayın yapan gazetelerin tirajı (o da bir kısmı bedava dağıtılarak, büyük bölümü de promosyon rüşvetleriyle) 5 milyonu bile bulamamaktadır. Zaman zaman anketler, toplumda gazetelere de köşe yazarlarına da ilginin azaldığını ortaya koymakta, ama kimse bütün bunları üzerine almamaktadır.
Elbette mesele HU’culuk falan da değildir. Türk basınında “uzmanlık dışı sallama ve sataşmalar”ın tartışmasız piyasa gerçeği olarak kabul edilmesi ve yüreklendirilmesidir. Ki bu mesele, birilerini suçlayıp geriye çekilmeyi mümkün kılamayacak ölçüde hepimizi ilgilendirmektedir.