Hakan Aksay

01 Eylül 2013

Biraz da aptallıktan çıkar savaşlar

10 yıl önce ABD’nin başında Bush vardı. Bugünkü lider Obama, ondan farklı görünüyor. Ama aynı şekilde davranıyor.

Çoğu kez hakaret olarak kullanılan bir kelimeyi yazı başlığına çıkardığım için özür dilerim. Amacım hakaret etmek değil. Ancak bazen lafı dolandırmadan aptallığa aptallık demek gerekiyor. Siyasi, ekonomik, ahlaki açılardan eleştirdiğimiz savaşı, zekâ yoksunluğu bakımından ele almak neden mümkün olmasın?..

Akılsızlığa karşı acımasız özdeyişleriyle bilinen ünlü fizikçi Albert Einstein’dan iki cümlesini ödünç alalım:

“Aynı anda hem savaşa hazırlanıp, hem de savaşı önleyemezsiniz.”

“Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.”

Suriye’deki iç savaş sırasında yaşanan katliamları durdurma amacıyla uluslararası bir savaş başlatılıyor. Kimin tarafından kullanıldığı kesin olarak belli olmayan kimyasal silahlar gerekçe gösterilerek, cezalandırma ve korkutma amacıyla sözüm ona sınırlı bir askerî operasyon düzenleniyor.

Afganistan’a ve Irak’a müdahalelerin de “sınırlı” olacağı yolunda masa başında parlak konuşmalar ve planlar yapılmıştı. Sonuç ortada. Şimdi yine benzer bir yoldan gidiliyor ve nedense bu kez bambaşka bir sonucun çıkması bekleniyor…

 

Garip bir savaş ortamı. Birkaç başkentte kanlı operasyonlardan kârlı çıkma hesabı yapan uluslararası otoritesi kuşkulu bazı liderlerin dışında hiç kimsenin istemediği bir savaş bu.

En başta da ABD Başkanı Barack Obama Suriye’de askerî bir operasyon yapmak istemediğini defalarca dile getirdi. Ama çeşitli iç ve dış lobilerin baskısı, “büyük devlet” olmanın faturası ve belki de zamanında – bir ihtimal, sonuçları fazla hesaplanmadan ilan edilen – “kimyasal silah kullanımı, kırmızı çizgimizdir” prensibinin ağırlığı sonucu savaş düğmesine basmak zorunda hissediyor kendini.

Her şey on yıl öncesini öylesine hatırlatıyor ki… ABD, o zaman da kesin kanıt olmamasına rağmen suçu (“kitlesel kırım silahları kullanmak”), suçluyu (Saddam Hüseyin) ve cezalandırma yöntemini (BM kararı olmasa da gönüllü müttefiklerle Irak savaşını başlatmak) saptamıştı. Ve dev bir propaganda makinesi bütün dünyaya sürekli olarak Irak’daki zulmü, zalimi ve oradaki insanları kurtarmanın ne denli soylu bir insani görev olduğunu anlatmıştı. (Aynı deneyim 2,5 yıl önce Libya ve Muammer Kaddafi örneğinde de tekrarlanmıştı.)

On yıl önce ABD’nin başında II. George Bush vardı. Onun siyasi çizgisi ve kişisel özellikleri, “dünyayı güç kullanarak değiştirme” amacı bakımından daha kolay algılanabiliyordu. Şimdi ondan çok farklı görünen bir lider var. Ve Obama, dünyanın güç kullanılarak değiştirilemeyeceğini defalarca dile getirdi. Ama o da aynı on yıl önceki Bush gibi davranıyor.

Neden? Çünkü yeni bir yaklaşımı, farklı bir fikri yok. Rus dış politika uzmanı Fyodor Lukyanov’un dediği gibi, “ABD kendi gücünün esareti altında. Herkes ondan gücünü durmadan kanıtlamasını bekliyor ve o da buna uygun davranıyor. Bu durumu değiştirecek bir denge unsuru da bulunmuyor. Devasa bir sarsıntının yaşanmasına, ya da ABD’yi frenleyecek bir gücün ortaya çıkmasına kadar, bu durum hiç değişmeyecek gibi görünüyor.”

*  *  *

Savaş hangi gün çıkar? “Sınırlı askerî operasyon” ne zaman başlar? Günlerdir bu soruyla yatıp kalıyoruz. Ben bu satırları yazarken bile ikide bir internetten yeni bir şey var olup olmadığını kontrol etmek zorunda kalıyorum. Çünkü ne kadar beklenirse beklensin, bütün ilk bombaların aniden yağmaya başlaması hain bir savaş geleneğidir. Bugün… Belki yarın… Ya da…

ABD kısa sürede savaşa başlarsa G-20’nin 5-6 Eylül Petersburg Zirvesi’nde Obama ile Rus lider Vladimir Putin birbiriyle ne ve nasıl konuşabilir? Zaten 2011’den bu yana iyice gerilmekte olan ABD-Rusya ilişkileri ile birlikte yumuşama ve silahsızlanma süreci nereye gider?

“1-2 günlük sınırlı operasyon” sonrasında Suriye’de ne gibi değişiklikler olabilir? İçinde ABD’nin yeminli düşmanı radikal İslamcıları da barındıran Suriye muhalifleri karşısında, son dönemde zaten dengeleri kendi lehine değiştirmeyi başarmış olan Suriye Cumhurbaşkanı Başar Esad’a bağlı birliklerin daha büyük üstünlük sağlamayacağının garantisi var mı? O zaman “operasyonun mantığı gereği” yeniden bir dış müdahale organize etmek gerekmez mi? Savaş daha da büyümez mi?

Washington’un bu sorulara cevabı var mı? Yoksa şu ünlü “onu da sonra düşünürüz” istasyonunda mıyız yine?

Bu arada savaş kıvılcımları İsrail’e, İran’a, Türkiye’ye ve başka bölge ülkelerine de yayılmaz mı? Devamında askerî ataklar ve terör eylemleri gelmez mi? Ortadoğu yeniden kan gölüne dönmez mi? Birçok bölge ülkesi parçalanmaz mı?

Bunlar, zeki politikacılara ve analizcilere sorulabilecek sorulardan yalnızca birkaçı.

* * *                                                                                                                                                                               

Dış politikada yanlış üstüne yanlış yaparak iyice batan Ankara’nın, Şam yönetimine karşı mümkün olan en sert askerî müdahaleyi savunarak yakın zamana kadar eleştirdiği Batı’nın ağzına “Acaba benim de savaşa girmeme ve savaş sonucunda güçlenme şansına kavuşmama izin verecekler mi?” diye heyecanla bakmasını bir yana bırakalım.

Ve - 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde olduğumuzu unutmadan - savaşın “küçücük bir ayrıntısı”na değinelim: İnsan hayatına!

Diktatör Esad’ın ve kimileri düşmanının yüreğini çiğ çiğ yiyen Suriyeli muhaliflerin şu ana kadar öldürdükleri insan sayısı 100 bini geçiyor. “Sınırlı” (“sınırsız”?) dış müdahale sonucunda Suriye’de kaç kişi daha hayatını kaybedecek? Suriye dışında (Türkiye de dâhil) ne kadar insan savaşa ve teröre kurban verilecek? Liderlerin siyasi hırsları tatmin olsun diye ne kadar daha kan dökülmeli?

Belki de daha bir yıl önce toplanması gereken, geçen Mayıs ayında “çok yakında düzenleneceği” ilan edilen “2. Cenevre Konferansı” için savaşan tarafların da, arabulucuların da (Rusya, ABD, Çin, Avrupalı devletler ve Türkiye de dâhil) yeterli çabayı göstermediği gün gibi aşikâr.

Barışa şans tanımayan kanlı bir ortamın bugün yalnızca Suriye’yi değil, tüm bölge ülkelerini ve kendini “kurtarıcı rolüne soyunmak” zorunda hisseden ABD ve destekçilerini ne kadar öngörülmez ve zor duruma düşürdüğü de ortada. (Bu açıdan “kapalı kapılar ardında, her zaman her şeyin dakikası dakikasına planlandığını” düşünen komplo teoricilerine pek katılamıyorum.)

Bence siyasi ve ekonomik dengelerin ve mücadelelerin yanı sıra bir de “zamanın akıl potansiyeli” diye bir şey var. Şaşırtıcı teknolojik çözümleriyle övünen 21. Yüzyıl’ın zekâsı, ekolojik tehlikeler ve savaş-barış gibi son derece önemli sorunların çözümünde epeyce yetersiz kalıyor.     

@AksayHakan