Göksun Gökçe Göndermez

30 Nisan 2014

Yüzyılın emeği I

Bana çok söylenen bir şeydir, hırsızın hiç mi suçu yok? Elbette çok var, fakat ben hakkı yenen insanlara daha çok söylenmeyi alışkanlık edindim. Çünkü içinde olduğum ve kendimi “konuşabilir” gördüğüm grup budur. Daha da önemlisi, kötü birinden iyi olmasın

Bana çok söylenen bir şeydir, hırsızın hiç mi suçu yok? Elbette çok var, fakat ben hakkı yenen insanlara daha çok söylenmeyi alışkanlık edindim. Çünkü içinde olduğum ve kendimi “konuşabilir” gördüğüm grup budur. Daha da önemlisi, kötü birinden iyi olmasını beklemek kadar boş iş var mı? Moloz yığınının pırlantaya dönüşmesini bekleyemeyiz ama altın yere düşmekle pul olmaz. Yeter ki altınlığımızı bilelim.

Emeğin algılanışını değerlendirirken bakılacak o kadar çok şey var ki, neresinden nasıl girip devam edeceğini kestirmek imkansız. Beyaz yakalıların kurumsal kimlik uydurmacası, sendikaların görünüşteki varlığı, pek çok sendikalının bunu salt ücret artışı olarak görmesi, yine pek çok sendikasızın “patrona ihanet etmeme” kaygısı, tüm bu kafa karışıklığı içinde tüketim kültürüne ve köleliğe yönelik sermaye/hükümet tasarrufları… Konunun çok fazla cephesi var, çünkü dünya sadece ve sadece emekle dönüyor. Bu gücün farkında olanlarsa, belki de sadece sermaye sahipleri ve hükümetler. O yüzden bu kadar baskılanıyoruz ve kafamız hep karışık.

Önce işçiliği ücret ekseninden çıkaran kısma girişelim. Bir akşam, 20. yüzyılın icadı olan üretim bandı teknolojisinin gelişimi üzerinden, bir gün gerçekten sadece robotların çalıştığı bir dünyayı konuşuyorduk. Arkadaşım “İyi de, ücret olarak ne vereceksin?” diye sordu. Hiç düşünmemiştim, hatta aklıma bile gelmemişti. Gayri ihtiyari “Konu ücret değil tamam mı” demiş bulundum ama, neydi ki tam olarak?

İşçilik, belirli bir ücret karşılığında belirli bir iş yapmaktan ibaret değildir. Zaten acilen düzeltilmesi gereken algı tam olarak da bu. Siz bir insanı 9-6 çalıştırırken ona sadece “Şu kadar sayıda imalat yap” demiyorsunuz, “Bütün zamanını, var oluşunu, aklını ve bedenini bu işe özgüle. Bu saatler arasında benimsin ve tek düşüncen de bu olacak” diyorsunuz. Bu elbette sadece teknik anlamda işçilik için geçerli değil, çalışmak budur. Siz birine ücret verirsiniz, ama aldığınız şey tek bir ürün, bir dilekçe, tedavi yöntemi, eser, bina projesi, kuaförlük hizmeti filan değildir. O kişinin hayatının bir parçasını almış olursunuz. Hasılı, sorun ücret değil, menfaat ve mantık çatışmasıdır. Bir insandan tüm menfaat ve mantığını size uydurmasını beklerseniz, bunun karşılığı sadece ücret mi olacaktır? Acı bir şey daha söyleyeyim, yüksek ücret hiçbir zaman sizin değeriniz ya da karşılığınız olmadı. Bunu öyle gören sizdiniz fakat emeğin değersizleşmesi işte tam o anda başladı.

Bu düşünce tarzı, insanı kendisi dahil olmak üzere varlığa dair her şeyin kıymetini bilmeye kadar götürür alimallah. İşte bilimkurgu yazarları da alternatif geleceklerini kurarken elbette buna dikkat etti, çünkü dünyanın üzerine döndüğü temel buydu. Emeği bir yere koymadan, beş dakika sonrasını bile tasarlayamazsınız.

Bu kurgulardaki ortak nokta, iradesizlik. Kendilerine verilen görevleri, başka hiçbir şey düşünmeksizin ve düşünülebileceğinden dahi habersiz olarak yapmaya programlanmış insanlar var. Bizim hep gözetlenme ekseninde düşündüğümüz 1984 de öyledir mesela. Daha çarpıcı bir örnek ise, Yevgeni Zamyatin’in Biz romanı. Zamyatin, distopyayı yüzümüze vurmak için karakterine “Kötü bir yoldasın. Görülüyor ki içinde bir ruh oluşmuş.” dedirtmekten geri durmuyor.

İnsanları çılgınca tüketime yönelten, iradelerini yok eden, kitlelerin yönetimini onları robotlaştırmaktan geçiren çok fazla eser var. Fakat bunların biri var ki, 21. yüzyılı bence en çok o ilgilendiriyor. Tabii ki Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı.

Cesur Yeni Dünya’yı diğer kurgulardan ayıran unsur, tüketim aşkı, teknoloji ve iradesizliği harmanlamış olması. Nitekim çıkış noktası olarak Ford’un üretim biçimini alıyor, yani teknolojinin sosyolojik etkisi bu kitabın temel unsurlarından biri.

Diğer distopyalar mutsuz ya da mutluluktan habersiz kitleler yaratırken, Huxley insanların haz peşinde olduğu gerçeğini değerlendirmiş ve hakimiyetini herkesi mutlu ederek kurmuş. Örneğin Biz’de “mutluluğun yüce bir yanı yok” denirken, CYD’de herkes mutlu ve sistemin devamı da, ayrı ayrı herkesin talebi.

Sınıflara ayrılmış, sınıf değişiminin sözkonusu dahi olmadığı, aile bağının bulunmadığı, cinselliğin iki kişi arasında yaşanmasının ayıp olduğu, insanların laboratuvar ortamında üretildiği, tüm işleyişin tek kişinin doktrini üzerinden gittiği bir sistemde, insanlar hayatlarından nasıl son derece memnun olabilir?

Çünkü “ending is better then mending” yani “düzeltmekle uğraşma, bırak gitsin.” Eğer bir sorun varsa düzeltmekle neden uğraşasın, elindeki her şeyin daha iyisi ve daha yenisi nasıl olsa vardır. Bunları makineler üretir, üretimde çalışan insanlar ise hallerinden son derece memnundur. Çünkü sisteme o şekilde entegre olmuştur, toplum için gerekli ve faydalıdır, üstelik başka bir sınıfa ait olsa zaten orada olur.

Bu mutlu dünya, size de oluşturulmak istenen yeni iş düzenimizi hatırlatmıyor mu? Madem insanların bilincini yok edemiyoruz, o halde yerine yenisini koyalım. Kişisel gelişim, liderlik eğitimi, kariyer planlaması filan diye diye, insanların nelerden nasıl mutlu olması gerektiğine biz karar verelim. Sürekli bir şeylerin eğitimini aldırıp, şirketine nasıl daha faydalı olacağını öğretmeyelim. Maaşlar zam oranları ölçümler filan hep gizli olsun ki, herkes yan masadaki arkadaşından şüphe etsin ve kendini hep “hedef alınmış” hissetsin. Bu onu daha çok çalıştırır. Performans zammı verirken sırtını bir sıvazlayalım ki, fazla mesai istemesin ve o zam ona lütuf gibi gelsin. Ama bunu tabii ki herkese yapalım, çünkü kendisini herkes “özel” sanmalı. Tek özel o olmalı, diğer arkadaşlarına da aynı şeyi yaptığımız bir sır olarak kalmalı. Ara sıra da takımını şampiyonluk maçına çıkaran beyzbol antrenörü gibi davranmak şart, çünkü bir amaç için buradayız ve o amaç var olmak değil, işverenimizi var etmek. O yaşasın ki bizi de yaşatsın, o yoksa biz de yokuz. Ama biz olmasak o yine olur. Kendi içinde çok mantıklı.

İşveren, işçiye ücretle birlikte “özel olma hissini” de sunmak zorunda olduğunu fark etti. Fakat hinlik şurada ki, bu hissi salt insan olmakla ve emek vermekle değil, doğrudan “o kişi olmakla” ilişkilendirdi. Bu da, işçinin emeğini değil, kendisini ve kendisini takdir eden işverenini nimetten saymasına yol açtı. İşte benim beyaz yakalılarla alıp veremediğim budur. Çünkü ben, yan masada gözünün ucuyla bana bakıp açığımı arayan biriyle çalışmak istemiyorum. Bu insanlık onuruna aykırıdır. “Başlarım böyle işin ızdırabına” deyip istifayı basamamaksa, kaderin cilvesi.

Olay sadece bu kadar da değil, yüzyılımızın bize başka hediyeleri de var. Örneğin bir devrim yapacak olsam, ilk işim sosyal güvenlik mevzuatını yok etmek olur. Belki yerine yenisini yaparım ama hiç olmaması, şu anki gibi olmasından milyon kat daha iyi bence. Emek algısına plazalardan başlamış olduk, enteresan iş örgülerini ayrıca konuşalım.

 

@goksungokce