Ayşe Arman’ın, kendi deyimiyle “içeriden biri” olmayı denediği büyüüüük gazetecilik olaylarından en yenisini, obez bir kadın olmak deneyimi üzerine çiziktirdiklerini okuyorum.
Okuyorum ve bir karış açık kalan ağzımı, ofisin orta yerinde karizmayı çizdirmemek adına, binbir çabayla kapatmak zorunda kalıyorum.
Arman, empatik türbanlı’dan sonra bu defa da sempatik şişman olmayı deneme düşüncesinin müthiş orijinal ve “nasıl da bir sabah aklına geliveren” bir konu olmasından dem vuruyor.
Aklıma hemen, dünyaca ünlü süper model Tyra Banks’in, 2005 Kasım’ında aynı şeyi yapmış olması geliyor.
Banks, özel makyajla şişmanlatılarak sokaklarda dolaşmış, karşılaştığı aşağılayan davranışları televizyon şovunda gözleri dola dola anlatmış, stüdyoya çağırdığı obez teyzelerle birlikte, “ne var yani şişmansak, böyle de çekiciyiz ve istediğimizi yeriz” temalı bir bitiriş yapmıştı.
Konu Amerika’da haftalarca tartışılmıştı. 190 milyon kişinin obez ya da şişman olduğu, özellikle genç nüfusun bilinçsizce ve çok sağlıksız besleniyor oluşunun belgesellere bile konu edildiği ülkede, obeziteyi bu şekilde baştacı etmenin de, bu konuda ayrımcılık yapmak kadar yanlış olduğu, “mış gibi” yapan bir süper modelin reyting çabasından farklı bir hareket olmadığı günlerce yazılıp çizilmişti.
***
Beş yıl sonra Türkiye’de bir gazeteci çıkıyor, bunu yepyeni, özgün bir projeymiş gibi sunuyor.
Arman, yazısına, 3 saatlik makyajla şişmanlama sürecinin nasıl da uzun ve zor olduğunu, o aşamayı, sevgilisiyle ve kızıyla kumsallarda hopladıklarını hayal ederek atlattığını ballandıra ballandıra anlatarak başlıyor.
Daha sonra, kendisi gibi gazeteci, ve “onlar gibi” şişman olan arkadaşıyla birlikte sokaklarda, kafelerde, spor salonlarında nasıl aşağılayıcı bakışlarla karşılaştıklarını anlatıyor.
Akrabalık klasmanından yazılarına sokuşturmaya bayıldığı kayınpederi Haldun Dormen’in kendisini tanımadığını, kayınvalidesi Betül Mardin’in ise sesinden şıppadanak tanıdığını ekliyor.
Yolda karşılaştığı Ahmet Altan’ın tepkisizliğini, hemen ardından “benim ben, Ayşe!” diye sürpriiiizzzz ceee-eeee yapıncaysa, Altan’ın nasıl da şaşkınlıklara gark olduğunu anlatıyor.
Arman, yıllar önce Tyra Banks’in konuyu “yaşasın şişmanlık” diye bağlayışının kopardığı gürültüyü okumuş olduğundan mıdır, nedir, “obezim ama mutluyum büyük bir yalan” diyerek, yüksek dereceden empatik çıkarsamasını, Banks’in aksi yönünde yapıyor.
Bu çıkarsamadan sonra da, yazıyı “bu macera da burada bitiyoor” sözleriyle, “duyarlılığından prangalar eskittim” kıvamında sonlandırıyor.
Sizi bilemem, ama benim beynimde, bu yazıları okuduğumdan beri sigortalar atık.
Bu konuyu bu biçemle yazana mı, yazılanı manşet dehşet duyurana mı, yazarın etrafında, “yahu emin misin” diye sorgulayan sağduyulu birilerinin eksikliğine mi, ayıla bayıla okuyanlara mı söylemeli bilinmez; ama obezite ciddi bir hastalıktır.
Medikal literatürde obezite, “insan vücudunda yağ hücrelerinde depolanan doğal enerji rezervlerinin ciddi risk oluşturacak düzeyde artması ve sonuçta ölüm oranlarının kaçınılmaz olarak yükselmesi ile karakterize olan bir hastalık” olarak tanımlanıyor.
Obezitenin tehlikelerine, bilinçli beslenmeye, sağlıklı yaşama dair herkesin, özellikle de fast-food zincirlerine ve abur cubura karşı çocukların bilinçlendirilmesi gerekiyor.
Bunu yaparken haddini aşmamak, duyarlılığını yitirmemek, şişman insanlara karşı ayırımcı, ötekileştirici ve çirkin davranışlara girmemek, doğallıkla olmazsa olmaz bir önkoşul. Ancak bu öğretiye işaret etmenin yolu da bu türden bir içi boş sansasyon gazeteciliği değil, olmamalı!
***
Elif Şafak’ın, kanımca en muhteşem yapıtı, “görmek ve görülmek üzerine bir roman” olan Mahrem’in baş öyküsü, aşırı şişman bir kadın ile cüce sevgilisinin aşkıydı. Çocukluğunda uğradığı cinsel taciz sonucu, ağzındaki kekremsi tattan kurtulmak için durmadan yemeye başlayan baş karakteri okuduğumda, henüz hiçbir resmini görmemiş olduğum Elif Şafak’ın büyük bir olasılıkla obez bir kadın olduğunu düşünmüştüm.
Sonradan, çok çarpıcı bir biçemle, iç görülü bir duyarlılık ve dupduru, akıcı bir dille yazan bu kadının incecik, gencecik ve çok güzel olduğunu fark ettiğimdeyse olağanüstü yapıtına ilişkin beğenim bir kat daha, ama sadece bir kat daha artmıştı.
Şafak, obez bir kadının iç dünyasını müthiş bir derinlik ve duygu birlikteliğiyle anlatmış, ancak konuyla ilgili ne üstenci bir bakış ortaya koymuş, ne de olumlu veya olumsuz bir yargıda bulunmuştu.
Daha insani ve etik olanın böyle bir duruş olduğunun Ayşe Arman’a anımsatılmasında yarar var.
Seçmiş olduğu gazetecilik türünden doğru, bu tip dosyalar illa da yapılacaksa, “mış gibi” haline gelene dek yaşanan makyaj ve hazırlık sürecini, incelikle obezite arasındaki tezatı gözlere soka soka anlatmamak; yaşanan deneyimleri aktarmak ile, duyarsızca kesin hükümlerde bulunmak arasındaki ince çizgiyi ayırt etmek gerektiğine de yürekten inanıyorum.
Herkesin belleklerini balık formatına sokarak, “orijinal düşünce ve buluşları olan bir yazar” mış gibi yapmanın etik boyutunu çok sorunlu bulduğumu da belirtmeliyim.