Eliza Doolittle

17 Temmuz 2010

Balkabağı Masallar

Bir yokmuş, bir çokmuş... Aceleci zamanların gülünesi sevdaları, masalla büyüyen efsunlu kızları, kurtarıcı prens hayalinden bir türlü vazgeçiremiyormuş.

Bir varmış, bir yokmuş... Uzak diyarların birinde, dul bir adam, kızıyla mutlu mesut, şatolarında yaşarmış. Günün birinde, doğru düzgün tanımadığı, anlayıp paylaşmadığı, güzelliğine ve sözde asaletine kapıldığı sevimsiz bir kadınla evlenip, onu ve çirkin, kötü huylu iki kızını alıp eve getirmiş. 
Masal bu ya, adam evlendikten hemen sonra ölünce kızını, kendi kızlarından çok daha güzel ve sevimli olduğu için onu hiç sevmeyen üvey annesi, onu aşağılayan ve evin işlerini üzerine yıkan üvey ablaları ile bırakıvermiş.
Kız hiç şikayet etmeden evin işlerini yapar, üvey annesiyle ablalarının taleplerini yerine getirir, mutfakta küllerin arasında yatan bir “Külkedisi” olduğu için bile minnettar olmayı başarıp giderken, bir gün krallık muhafızları, bir duyuruyla gelmiş. 
Duyuruya göre, ülkenin, saraydan çıkmadığı için midir bilinmez, kendine eş seçebilmek için, tüm bekar genç kızları bir arada sarayda görmek isteyecek denli salak prensi adına, bir balo düzenleniyormuş. 
Her evi bir heyecan dalgası, her köşeyi saray hayalleri kaplamış. Balo akşamı bütün kasaba sakinleri, hoplaya zıplaya evlerinden çıkmış. Ömrünü küllerin arasında geçiriyor olmaya değil de, baloya gidememiş olmaya yanmış Külkedisi, ağlamaya başlamış.
Ansızın, mutfak pespembe bir ışıkla aydınlanmış. Tombik bir yaşlı peri belirmiş ışıkların içinde, “Ağlama yavrucuğum..” demiş kıza, “..Ben koruyucu meleğinim, seni baloya göndermeye geldim”. “İyi de peri teyze, bunca zaman neredeydin?!” demektense, balo heyecanı ağır basmış yine bizim saftirik kızın içinde. Çaresizlikle bir kendi pejmürde haline, bir de perinin yüzüne bakmış. 
Gülümsemiş peri, kızın elbiselerine sihirli değneğiyle şöyle bir dokunmuş, kız görkemli tuvaletiyle pek albenili, pek güzel olmuş. Çantasından bir çift kristal ayakkabı çıkartmış peri, kız onları da ayaklarına geçirmiş. 
Sihirli değnek bahçedeki balkabağına dokunmuş sonra; aaa, minicik pek zarif, pembe bir atlı araba! Fareler atlara, sincaplar uşaklara dönüşmüş sihirli dokunuşlarla, her şey hazır olmuş bir göz açımında...
Peri tembihlerini yapmış; “Güzel kızım, gece 12’de evde olmak zorundasın, o saatte sihir bitecek, her şey eski haline dönecek!”. Tabii ki “neden?” diye sormadan, kabullenişle başını sallamış Külkedisi, yola çıkmış. 
(Soruların en bezirganı “Neden”in, olası cevapları bile yeter ya bazen, olanı oldurmamaya, olmayanı doldurmamaya, büyüleri soldurmaya; bu yüzden sadece “Nasıl”sız değil, “Neden”sizdir de masallar...)

Kız baloya girmiş ki, gözleri başka kimseyi görmemiş prensin, büyülenmiş ilk görüşte; öylesine sevdalanmış. Ne meraklı kasabanın cingöz teyzeleri, ne de üvey anneyle kardeşleri tanımış Külkedisi’ni orada; her şey öylesine makyajdanmış...
Prens Külkedisi’ni dansa davet etmiş. Saatler boyu dans etmişler de, iki kelam sohbet etmeyi akıllarına bile getirmemişler. 
Hülyalı Külkedisi, gözlerini bir açmış ki sonra, saatler 12’yi vurdu vuracak! Öylece bırakmış prensi, koşarak çıkmış oradan. Telaşla merdivenleri inerken, kristal ayakkabılarının birini düşürüvermiş. 
Dönüp alacakmış ama, bakmış prens geliyor; gerçek yüzünü görürse onu beğenmez diye, hiçbir prens gerçekleri koşulsuz sevmez diye, koruyucu meleği ona sadece süslenmeyi öğretti, sihirleri soyunmayı öğretmedi diye (niye, niye, niye?); pırıltısız bir balkabağıyla kalakalmamak için, soluksuz koşmuş...
Prens kristal ayakkabıyı almış, Külkedisi kılpayı eve kapağı atmış.
Günlerden bir gün, muhafızlar bu kez, prensin elindeki kristal ayakkabı, kasabada hangi kızın ayağına olursa, onunla evleneceğini duyurmuş.
Yeniden hayallenmiş etraf, pudralı rüyalar ayakkabılarla dolmuş. Ne hikmetse koca kasabada kimselerin ayağına olmayan ayakkabı dolaşmış dolaşmış, sonunda bizimkilerin evini bulmuş. 
Üvey ablalar ayakkabıyı denemişler, ayaklarını içine sığdırmayı becerememişler. Utana sıkıla, içeriden Külkedisi gelmiş. Aşık olduğu kız, paçavralar içinde olunca, yüzüne bile bakmayı akıl etmeyen dandun prensin elindeki ayakkabıya uzanıvermiş aniden.  
Ayağına şıp diye uyunca ayakkabı, olup da etraftan şaşkınlık nidaları çoğalınca, cebinde duran diğer tekini de çıkarmış. 
Masal boyu anlatılan saflığına, iyimser aptallığına yakışmayan bir tavırla, prensesliğe doğru vakur, salınarak yürüyecekmiş ki, aklına koşulsuz affediciliği gelmiş, prensin cezalandırmak istediği üvey ailesini de bağışladığını açıklayıp, kurtuluşuna ilerlemiş... 
***
Bir yokmuş, bir çokmuş...
Aceleci zamanların gülünesi sevdaları, masalla büyüyen efsunlu kızları, kurtarıcı prens hayalinden bir türlü vazgeçiremiyormuş. 
Issız adamlar adalarda bunalıyor, küllü taraklarda bezi olmayan güçlü kadınları bile, omuzlarında yük algılıyormuş. 
Kadınlar, can kırıklıklarının kıyılarında eşyaların dünyasını tüketip ayakkabıları arzu nesneleri yapıyor, acılarından çoğalmak yerine hayalkırıklıklarından eksiliyormuş.
Bir büyülü dokunuşla, emeksiz, inci tanesi çiçekler yağsın istiyormuş herkes kucağına...
Hem masum hem sessiz, iyi niyetli ve kabullenici, sadık ve işe yarar, her dem güzel ve bakımlı, cilvesiyle aynı ölçüde telaşlı, ezilmeye, kenarda kalmaya,  hemcinsleriyle didişmeye boyun eğen, mağrur ve gerektiğinde çaktırmadan fettan olursa, olur da prensini bulursa, bulur da üç odalı billur şatoların, yanılsamalı prensesi olursa, tüm dertlerini unutacağını sanan, beklenti dolu Sindirella’larla doluymuş etraf...
***
Bir kışmış, bir düş’müş...
Öyle bir eflatun düş’müş ki bu üstelik, aynı anda hem masallı hem kendin gibi, hem sihirli hem bilinçli, hem aşık hem olgun, hem çoğul hem tekil olunabiliyormuş...
En başta kendi ruhunu küllerinden arındıran, hayalleri bulutlara değerken, ayakları da yere basan, duyarlı ve zeki kadınlar; hayattan ve ilişkilerden korkmayan adamlarla, tuzlu-şekerli, gerçek-masal, emek vererek ve oldukları gibi, vefa ve bağlılıkla, mutlu olabiliyormuş...
Pembesi tam kararında, lavanta kokulu cumartesiler olsun!