Doğan Akın

20 Ocak 2014

AKP'nin 'cemaat savcıları'na karşı vefasızlığına dair üç hikâye

17 Aralık'tan beri her şey bize gösterilmek istenenden "fazla" ve Türkiye eşik atladı. Aşağılara doğru atlanan bir eşikten söz ediyorum!

"Bazen daha fazladır her şey / Eşikten atlar insan..."

İnsana dair bu dizeler, Sezen Aksu belagatiyle, memleketin hallerini de tercüme etmiyor mu?

17 Aralık'tan beri her şey bize gösterilmek istenenden "fazla" ve Türkiye eşik atladı. Aşağılara doğru atlanan bir eşikten söz ediyorum!

Türkiye'nin gerçeklere karşı örülmeye çalışılan duvarlarla da lanetlendiği bir süreçten geçiyoruz. Neler oluyor derseniz, birinciliği yargı kararının yürütme emriyle uygulatılmamasına veririm.

Terörle Mücadele Kanunu 10. Maddeyle Yetkili Savcılık görevindeyken Muammer Akkaş, 26 Aralık'ta yaptığı yazılı açıklamada, "kamuoyu tarafından yakından tanınan kişiler ile bir kısım kamu görevlileri hakkında önemli iddiaların bulunduğu, çıkar amaçlı suç örgütü kapsamında ihaleye fesat karıştırmak; rüşvet, nüfuz ticareti, sahtecilik, tehdit gibi suçlara ilişkin soruşturmayı yürüttüğünü" vurguladı ve ekledi:

"Suçlarla ilgili delillerin karartılmadan, bir an önce toplanabilmesi için nöbetçi hâkimlikten soruşturma ile ilgili alınan arama ve el koyma kararları ile gözaltına alma kararlarını dün sabah itibariyle (25 Aralık 2013) İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne, gereğinin yerine getirilmesi için gönderdim.Bilahare basın yayın organlarında ve internet sitelerinde gözaltına alınacak bazı isimlerin yer aldığını ve delillerin karartılmaya başladığını tespit ettim."

Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yetkili bir savcının böyle bir soruşturmayı yürütmesi, yolsuzluk iddialarını "terör/silahlı suç örgütü" kapsamında soruşturması tartışılabilir. Bu tartışma elbette meşrudur. Ve böyle bir tartışmada kararı, bir hukuk devletinde sadece "yargı" verebilir.

Peki öyle mi oldu?

Hayır! Savcılık ve nöbetçi mahkemenin arama, gözaltı ve el koyma kararları ile ifade çağrılarının gereği, siyasi otoriteden talimat alan polis tarafından yerine getirilmedi.

 

Anayasa'ya göre Anayasa suçu işlendi

 

Yargı kararının çiğnenmesi sonucunu doğuran bu eylem bir hukuk devletinde işlenebilecek en ağır suçlardan biridir. Anayasa'nın "Mahkemelerin Bağımsızlığı" başlığını taşıyan 138. maddesi, yürütme organının bir Anayasa suçu işlediğini söylüyor bize. Okuyalım:

"Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.

(...)

Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez."

Malum, Bilal Erdoğan, babası Başbakan Tayyip Erdoğan'ın "Yüzkarası, seninle işimiz daha bitmedi" diye meydanlarda hakaret ettiği Savcı Akkaş tarafından 2 Ocak'ta ifadeye çağrılmıştı. Erdoğan bu ifadeye gitmedi. Gözaltı, arama ve buna bağlı olarak el koyma kararları yerine getirilmedi. Banka hesapları ve diğer mal varlıklarına emniyet dışındaki makamlar tarafından uygulanan tedbir kararları kaldırıldı.

Peki, 25 Aralık'ta İstanbul Emniyeti'ne gönderilen yargı kararları ne oldu? O kararları kim tebellüğ etti? O kararları "adli kolluk" olarak yerine getirmeye mecbur olan emniyet yetkililerini siyasi otorite "hangi güvenceyi" vererek ikna etti?

Bu soruların cevaplarını bilmiyoruz. İhtimal, o kararların emniyette resmen alınmamış gösterilmesi de dahil, bir dizi şekle (kitabına da diyebilirsiniz) uygunluk adımı atıldı. Ancak, uygulanmayan yargı kararları için daha sonra kitabına uydurma adımları atılmış olsa da, Anayasa'nın 138. maddesi, bir yandan mahkeme kararlarının "değiştirilemeyeceğini", diğer yandan yerine getirilmesinin "geciktirilemeyeceğini" emredici hükme bağlıyor.

Velhasıl, uygulanmayan yargı kararları sonradan kitabına uydurulmuş ve bazı ifade verme yükümlülükleri gizlice yerine getirilmiş olsa da, 25 Aralık'ta bir anayasa suçu işlendi.

"Anayasa ihlali" tablosuna Başbakan Erdoğan'ın sözlerini de ekleyin. Erdoğan, halen tutuklu tlfi şüphelilerle yargıda devam eden bir süreç için "Yolsuzluk yok komplo  ve kirli tezgâh var" diyerek sadece soruşturmayı yürüten ve hepsi görevden alınarak İstanbul dışına tayin edilen savcıları suçlamış olmadı. O savcıların taleplerini yerinde görerek bakan çocuklarını da kapsayan şüphelileri tutuklayan mahkemelerin üyelerini de, defalarca yapılan tahliye taleplerini reddeden üst mahkeme üyelerini de "komplonun parçası" olarak suçlamış oldu. Anayasa'nın "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır" emrine, o Anayasa'nın uygulanmasında bir numaralı sorumlu olan Başbakan'ın cevabı bu oldu.

 

Hükümetin 'cemaat savcıları' iddiası meşru mu?

 

Gelelim, bazı savcı ve polislerin Gülen cemaati mensubiyetiyle hareket ettikleri iddiasına. Bu iddia, yolsuzluk soruşturmasından önceki yıllar boyuca da sürekli dile getirildi. Bu iddia için başvurulacak yer de hükümet değil yargı olduğu için, yıllarca Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na (HSYK) şikâyetler yapıldı, ancak adları geçenler hakkında soruşturma izni verilmedi.

O şikâyetler sırasında da ülkenin tek başına hakimi olan AKP Hükümeti ne yaptı?

Hiçbir şey!

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da, bu durumu, "daha önce başkalarını hedef alan soruşturma ve kovuşturmalarla ilgili yapılan şikâyetlere sessiz kalmakla hata ettiklerini" belirterek açıkladı.

Bozdağ'ın da kabul ettiği bu durum, AKP'nin bugün "cemaate yakın savcıların iktidarı hedef aldıkları" iddiasına meşruiyet kazandırmıyor. Yanlış anlamayın, bu iddiaların tartışılması meşru ve yine yargı tarafından soruşturulması zorunludur. Meşru olmayan; hükümetin, yıllarca kullandığı, araçsallaştırdığı, en hafif ifadeyle kayıtsız kaldığı bu yapıyı, üstelik ortada açıklanmaya muhtaç ayakkabı kutuları varken, hedef aldığını öne sürmesidir.

 

Van'da ne oldu, hükümet ne yaptı?

 

Size, bugün "özel yetkili savcılardan" yakınan hükümetin en hafif ifadeyle sadece seyretmekle yetindiği, Türkiye'nin doğusundan batısına üç tuhaf hikâye hatırlatacağım.

Birinci hikâye Van'da yaşandı.  2005 yılının Nisan ayında Van Cumhuriyet Başsavcılığı'na imzasız bir ihbar mektubu geldi. Mektupta, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) alımlarında yolsuzluk yapıldığı iddia ediliyordu. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), "denetimlerde ihbar mektubundaki yolsuzluk iddialarını doğrulayan bir bulguya rastlanmadığı" gerekçesiyle soruşturma izni vermedi.

YÖK'ün kararı üzerine aynı ihbar mektubu Haziran 2005'te “özel yetkili savcı” olan Ferhat Sarıkaya tarafından işleme kondu. Sarıkaya,  YYÜ'de “çıkar amaçlı suç örgütü kurulduğu" iddiasıyla harekete geçti. Özel yetkili savcıların örgüt suçlarını soruşturması için YÖK'ün izni gerekmediği için Rektör Prof. Yücel Aşkın ile YYÜ Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı'ya baskın yapıldı, iki isim de tutuklandı.

Yaklaşık dört ay hâkim karşısına çıkarılmayan Arpalı, yolsuzlukla suçlanmayı onuruna yediremeyerek cezaevinde intihar etti. Aylarca tutuklu kalan ve ve hükümete yakın medyada "Kör Agop'un torunu" başlıklarıyla nefret suçu eşliğinde de saldırılan Prof. Aşkın'ın sağlığı bozuldu.

Sonuç?

Üniversitede tek kuruş yolsuzluğa rastlanmadı, ayrıca "tarihi eser kaçırmak"la da suçlanan Aşkın, bu davada da beraat etti.

Peki hükümet, onurlu bir insanın hayatına da mal olan bu "özel yetkili savcılık ve mahkeme icraatı" için  ne yaptı?

Hiçbir şey!

 

Erzincan'da ne oldu, hükümet ne yaptı?

 

İkinci hikâye, Erzincan'da yaşandı. Dönemin Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner, Kasım 2007'de İsmailağa ve Gülen cemaatlerine uzanan bir soruşturma başlattı. "İzinsiz eğitim kurumu açma ve bağış toplama" gibi ağır ceza gerektirmeyen gerekçelerle yürütülen bu soruşturma üzerine bu kez Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal harekete geçti. Şanal "cemaatin anayasal düzene karşı silahlı terör örgütü olduğunu" iddia etti ve bu nedenle kendi görev alanına girdiğini öne sürürek dosyayı Cihaner'den istedi. "Cemaatin silahlı örgüt olmadığını" vurgulayan Cihaner defalarca reddettiği bu talebi, sonunda kabul etmek zorunda kaldı ve dosyayı Mart 2009'da Erzurum'a gönderdi.

Ve soruşturmayı "cemaatin silahlı örgüt olduğu” gerekçesiyle devralan Şanal, hemen ardından yaklaşık 300 kişi hakkında “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi! Şanal, Cihaner'in yazılı itirazlarına rağmen varlığını iddia ettiği “silahlı bir cemaat örgütü”nün olmadığını dosyayı devralır devralmaz idrak etmiş, 300'e yakın kişi hakkında derhal dosyayı kapatmaya karar vermişti!

Ancak mesele bu noktada bitmedi. Özel Yetkili Savcı Şanal, "silahlı örgütü" Erzincan Başsavcısı'nın odasında aradı. Cihaner'in evine ve Erzincan Başsavcılığı makamına baskın yaptı, "silahlı örgüt üyeliği" iddiasıyla Cihaner'i gözaltına aldırdı, tutuklattı.

Bu olaylar yaşanırken, bugün birbirine giren cemaat medyası ile hükümete yakın medya elele Cihaner hakkında yargısız infazlar yaptılar.

Peki hükümet ne yaptı?

Cihaner'in başına gelenlerden memnundu. Zira, mesele, bugün olduğu gibi o gün de cemaat değildi. Mesele, dönemin Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe ile dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler'in ihale konuşmalarının, Cihaner'in mahkeme kararıyla yaptırdığı telefon dinlemelerine yakalanmasıydı!

Ne dersiniz; o gün cemaati soruşturan Başsavcı'yı tutuklatan Osman Şanal, bugün hükümetin "cemaat savcıları" operasyonundan tedirgin midir?

 

Ankara ve İstanbul'da ne oldu, hükümet ne yaptı?

 

Üçüncü hikâye, Ankara'dan İstanbul'a uzanıyor. Genelkurmay karargâhında hükümet aleyhine yayın yapan internet sitelerinin kurulduğu anlaşıldığında, İlker Başbuğ, "internet andıcı" soruşturmasında gözaltına alındı, Ocak 2012'de tutuklandı. 26. Genelkurmay Başkanı, özel yetkili savcı ve mahkeme tarafından "terör örgütü yöneticiliği" ile suçlandı ve cezalandırıldı.

Karar adildir, değildir bir yana; 12 Eylül 2010'da yapılan anayasa referandumunda "genelkurmay başkanları ile kuvvet komutanlarının görevlerinden dolayı işledikleri suçlardan Yüce Divan'da yargılanabilecekleri" hükme bağlandı.

Ancak Başbuğ, bu Anayasa değişikliğinden yaklaşık iki yıl sonra özel yetkili savcılarca suçlandı, özel yetkili mahkemelerce tutuklanıp mahkûm edildi.

Peki hükümet ne yaptı?

Hiçbir şey!

Başbakan birkaç kez "Genelkurmay Başkanı'nın terör örgütü yöneticiliğiyle suçlanmasını kabul edemediğini" açıkladı, ancak MİT Müsteşarı Hakan Fidan sorgulanmak istenince gösterdiği refleksi göstermedi. Fidan için süratle benimsenen yeni yasa çıkarma yoluna Başbuğ için gidilmedi. Ta ki, yolsuzluk iddialarıyla yürütülen 17-25 Aralık operasyonları yapılana kadar. Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Anayasa değişikliğinden yaklaşık 3,5 yıl sonra, geçen hafta Bakanlar Kurulu'ndan sonra gazetecilerin karşısına çıktı... Ve "Genelkurmay başkanları ile kuvvet komutanlarının Yüce Divan'da yargılanabileceklerii" hükme bağlayan "Anayasa değişikliğine ilişkin uygulama yasasının TBMM'ye gönderilmesine karar verildiğini" açıkladı!

Gazeteci Nedim Şener ve Ahmet Şık, kitapları nedeniyle, bugün İstanbul dışına sürülen Savcı Zekeriya Öz tarafından gözaltına alındıktan sonra tutuklandıklarında Başbakan'ın ne dediğini hatırlayın:

"Bombadan daha tesirli kitaplar olabilir."

Çok uzadı bu yazı, biliyorum.

Bırakın ardını, eşitlik yasaların önünde bile yaşatılamadı bu ülkede!

Ama çatışarak da temizlenecek bu ülke. Belki en çok böyle temizlenecek.

Sezen Aksu der ki...

Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor!