30 Haziran 2010
O çocuklar, bu ülkeyi yönetenlere nasıl güvensin?
Üzerimize çöreklenen iktidarın karabasanı çocuklarımızı da 'buz gibi' bir hayata mahkûm ediyor...
Üzerimize çöreklenen iktidarın karabasanı çocuklarımızı da 'buz gibi' bir hayata mahkûm ediyor. Hayatımızı yönetenler hakkımızda verdikleri hükümleri öyle haşince uygulamaya koyuyor ki, evimizde sakatlanmamış kimse kalmıyor.
Önce zihinsel olarak ebeveyn, ardından kaçınılmaz olarak çocuklar alıyor yarayı. Ve iktidar sarmalı güvensiz, çaresiz, ne yapacağını bilemez, çıkışı bir türlü bulamaz hale getirdiği bozuk DNA'lı insan hücrelerini kuşaktan kuşağa aktarıyor.
YEĞENİM DORUK ‘KAYIP KUŞAK’TAN
Belki içlerinde bir ışık vardır da onu açığa çıkarırız diye Ayşe ile Doruk'a İspanyol işi, hiç de fena olmayan birer klasik gitar almıştım. Hayat, Ayşe'yle yolumuzu ayıralı çok oldu. Eminim boyu boyumu geçmiş bir dünya güzelidir artık.
Doruk, yeğenim, annemin tek torunu. Sessiz, fazla uslu, efendiden bir çocuk... İyi de yüzücü. Gitarı kucakladığının ilk yılında gittiği kursta hayli yol almıştı. Umutlanmıştım ben de, "Çocuk bize benzemeyecek herhalde" diye.
Ancak sonra ayağına dolandı SBS belası. Milli Eğitim'i 'otomatik pilot'a bağlamakla övünen bir önceki Bakan Hüseyin Çelik yönetiminin aldığı bir kararla çocuğun hayatı kaydı.
Her yılına bir sınav koydular. Önce gitarı, sonra yüzmeyi bıraktırdı annesi. Okuldan çıkar çıkmaz kursa gönderildi.
El kadar çocuk, sabah çıktığı evine sırtında valizi andıran çantası ve kazan gibi bir kafayla hava kararırken döndü.
İtiraz ettiysem de annesine, sonuçta durum epeyce 'bekârın boşanması' meselesine benzediği için fazlaca da ileri gidemedim. Doğrusu, kendi çocuğum olsa farklı davranabilir miydim bir de annesi varken, bundan da emin değilim!
Neticede, Doruk'un üç yılı okul ile dershane arasında sürünerek geçti.
Ve şimdi yeni Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, SBS'yi tekrar eskisi gibi tek sınava indirdiklerini açıkladı. Açıklarken de bir 'kayıp kuşak'tan söz etmeyi ihmal etmedi.
İşte benim yeğenim Doruk, o 'kayıp kuşak' çocuklardan.
Yani bu ülkeyi yönetenler, yönetenlere bizim lehimize direnmesi gereken yasalar, yönetenlerin buyruklarına itiraz etmeyen, etmeye cesaret edemeyen bizler, annesi, anneannesi, ben, teyzesi bacak kadar çocuğu el birliğiyle sakatladık.
Şimdi bu çocuktan insanlığa, eğitime, bu ülkeyi yönetenlere, adalete, ailesine güvenmesini bekleme hakkımız var mı?
Belki de iyi bir gitarcı ya da yüzücü olacak bu küçük çocuk 'ortalama bir hayata' mahkûm edildi.
Peki, bu çocuğu ve benzeri 3 milyon çocuğu böyle sakatlanmış biçimde yaşamaya mahkûm eden muktedirler hepimizi yönetmeyi hâlâ hak ediyorlar mı? Bunu bir düşünelim bakalım!
SİSTEMİN BUDALALAŞTIRDIĞI AİLE
Öte yandan iktidarın zulmü sadece çocukları sakatlamıyor, onların hayatını organize eden ebeveynleri de kimini çaresizlikten, kimini bilinçli olarak birer 'budala'ya çevirebiliyor.
Evliliğin bir çıkar ortaklığına dönüştüğü çağımızda zenginlik ve bilgi bile çoğu zaman sağlıklı yuva için yeterli olmuyor. Çıkar peşinde koşmanın günümüzün gereği olduğuna ikna olan 'ebeveyn aklı', en büyük zararı çocuklarına verdiğini göremez hale geliyor / getiriliyor.
Çıkarları gereği, ayrılmayı dahi beceremeyecek kadar yaşam acemisine dönüşen anababalar, günlük hırslarının, birbirlerine duydukları öfkenin sonucu olarak yaşadıkları her şeyi kamunun pazarında satışa çıkarıyorlar. Ne ki, "Ben iyiyim o kötü"ydü denmesi için...
O büyük körlük, 'iyi' olanın da 'kötü' olanın da çocukların anababaları olduğunu görmelerini engelliyor.
O çocuklar tatile gittiklerinde, okullar açıldığında arkadaşlarıyla ne tür yüzleşmeler yaşayacak, hesaplanmıyor.
Herkesin önünde çırılçıplak yaşanan ayrılık kepazeliğini, çocukların kendi geleceklerine nasıl bir sakatlanma içinde taşıyacakları 'çıkarcı anababa'nın umurunda bile olmuyor.
Çocuklarına kötü niyetli olduklarından yapmıyorlar elbette bunu... Hepimizi körleştiren, taşlaştıran bu sistemin denklemini çözemediklerinden oluyor bütün bunlar.
Ve SBS üzerinden geçerken, anababa edepsizce ulu orta 'dövüşürken' sakatlanmış insanlar ordusuna yeni neferler katılıyor...