Cem Dizdar

19 Nisan 2010

Başbakan kimi kime şikâyet etti?

Hakikaten acayip bir ülkede yaşıyoruz, "kim, neden sorumlu?" insan anlamakta güçlük çekiyor...

Hakikaten acayip bir ülkede yaşıyoruz, "kim, neden sorumlu?" insan anlamakta güçlük çekiyor.

Şarkıdaki gibi 'kulak ver ve dinle': "18 yaşın altındaki çocuklar düşük ücretle çalıştırılıyor. Eğer sen fırsat bulup işçileri dışarı atarsan, fırsat bilip asgari ücretin altında ücret ödemeye yönelirsen... Ne yapacak, 'İşten çıkmamak için buna razıyım' diyor. Daha da ileri gideceğim, beyefendiler kızmasın, rahatsız olmasın, Güneydoğu'da, Doğu'da 100 liraya, 200 liraya çalıştırılan çocuklar var. 'Hayır' desinler bana... Gerçekler ortada. Ben bunun için de emek sömürüsü dedim. Yanlış mı ifadem?.. Böyle bir sömürüyü yapamazsın, 100 liraya, 200 liraya bu çocukları çalıştıramazsın."

Bütün bunları kim söylemiş olabilir? DİSK Başkanı Süleyman Çelebi derseniz, yanılırsınız. O da söylemiş olabilirdi, ama tuhaf olan, Başbakan Erdoğan'ın söylemiş olması.

Şimdi bakın, bu ülkenin bir Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı var değil mi? En azından o koltukta bir bakan, müsteşarıyla oturuyor ve bakanlıkta çalışanlar da ciddi bir nüfus teşkil ediyor. Fakat bu bakanlığın sorumluları, 'çalışma hakları', 'sosyal güvenlik' gibi konularda aleni suç işliyor, hem de işledikleri suç 'uluslararası.'

Bu suç ne midir? 'Çocuk işçi çalıştırmaya göz yummak... Denetleme görevini yapmamak...'

Muhalefete muhalafet yaparak iktidar olmuş, şunca yıldır ülkeyi yönetenler hiçbir aksaklıktan kendilerini sorumlu tutmama konusunda mahirden öte mahirler görüldüğü gibi. Sanki bu ülkede 'emek sömürüsü'nü, 'çocuk işçi sorunu'nu denetlemek Güney Kore Çalışma Bakanlığı ile Papua Yeni Gine Sosyal Güvenlik Kurumu'nun görevi...

Öte yandan yeri gelmişken, Başbakan'ın 'emek sömürüsü' gibi bir kavramı gönül ferahlığıyla kullanırken daha yakın zamanda Ankara'da TEKEL emekçilerinin başına gelenler ya da TARİŞ'teki mücadele gibi konulara girmesini beklemek elbette ki safdillik olur, değil mi?

Bu marazi gidişte 12 Eylül'le tarumar edilen sendikal örgütlülüğün önemli bir payı var muhakkak. Lakin muhalefet partilerinin, en azından tarihinin bir döneminde emek mücadelesiyle ufak da olsa bir sürtünme yaşamış olanların, Başbakan'ın bizzat ağzıyla itiraf ettiği bir konuda hiçbir ciddi girişimlerinin olmaması çok daha tuhaf...
Ülkenin gerçek problemi olan iş (işsizlik) / emek (çok çalış az kazan, bol keseden harcayana bak yalan) / özgürlük meselelerini anayasa tartışmalarının tozu dumanı içinde ıskalamak... Ve gündemi Başbakan'ın iki dudağı arasından çıkacak retoriğe teslim etmek...
İş, Güney Koreli ve Papua Yeni Ginelilere kalacak gibi görünüyor yine!

6 - Faşizan tartışma: Maradona mı, Messi?

Tarihe bakıştaki problemli açı, kavramların da olur olmaz yerde kullanılmasına yol açabiliyor. Örneğin, tarıma dayalı toplumsal formasyonun otoriterine pekâlâ "faşist" denebiliyor artık. Uygulaması benziyor ya! Oysa faşist, faşizm dönemine ait bir kimlik tanımı. Faşizm de malum, sınai kapitalist aşamaya denk düşüyor... Yani Sezar'a, Napolyon'a 'faşist' dememiz en azından terminolojik olarak 'yakışık almıyor.' Haaa, "Ben derim arkadaş, kime ne?" diyen yok mu? Var tabii, hem de kamyonlar dolusu. Ama konumuz onlar değil...
Şimdi hızla şuraya, futbola geleceğim. Bu aralar Messi / Maradona / Pele üçlemesi arasında bir üstünlük arayışı içine girilmiş durumda. Soru şu; "Hangisi daha iyi?" Pele'yi kafadan elediler zaten geriye "Maradona mı, Messi mi?" sorusu kaldı.
Basit bir konuda bile akıllı insanları tuzağa düşürmeyi başaran ideoloji, hayatımıza da onu kullananlar eliyle kolayca yön veriyor. Öyle ya sınıflandırma, tasnif etme çağlarındayız. Kimsenin 'kendi için', 'kendine bir değeri' olamaz, mutlaka birine, bir duruma göre dizmeliyiz her şeyi, başka türlüsü mümkün değil! İnsanları, hayvanları olduğu gibi futbolcuları da 'alt/üst', 'iyi/daha iyi' diye sınıflandırmazsak ne futbolu, ne futbolcuyu ne de hayatı anlayabiliriz! Buna inanmamızı, böyle düşünmemizi istiyorlar. Tabii, onlar istiyor diye öyle düşünecek değiliz de, istiyorlar işte...
Bakın şimdi, Maradona ile Messi farklı zamanların, farklı hallerin, farklı dünyaların futbolcularıdır. Kıyaslanamazlar. Bu iki oyuncuyu kıyaslamak, aralarında bir alt/üst ilişkisi aramak tarihsel analizin öğreticiliğinden uzak kalmış olmayı gösterir.
Düşünün, ikisi aynı zeminlerde aynı toplarla aynı ışık altında oynamıyorlardı. Maradona'nın giydiği ayakkabılarla Messi'ninkiler arasındaki farkı ilkokula giden çocuklar bile ayırt edebilir. Biri daha çok gündüz, biri daha az gündüz top koşturdu. Sakatlanmalara karşı tıbbi önlemler ya da sakatlık sonrası tedaviler ikisinin dönemi için karşılaştırılabilir gibi değildir. Örneğin, Messi 13/14 yaşlarında hormon tedavisi görür. Maradona için benzer bir durum olduğunu kitaplar yazmıyor. Küresel ısınma, yiyecek/içecek, belnem yöntemleri farkı vs.. vs..
Yani ikisi de dönemlerinin şahane futbolcularıdır. Di Stefano, Yaşin, Dino Zoff, Puşkaş, Rivelinho, Metin Oktay, Yusuf Tunaoğlu, Rıdvan, Tanju gibi...
Bunları göremeyince Alper Görmüş'ün yaptığı gibi "Maradona büyük futbolcuydu fakat Messi ile yarışacak kadar değil" gibi bir önermeyi gönül huzuruyla kayıt düşebiliyor insan. Bu hem futbolu, hem tarihi doğru okuyamamaktan kaynaklanan bir maraz. Çoğu zaman hepimizde ortaya çıkabiliyor.
Tarihi böyle takla attırarak okumaya başlayınca "Maradona daha iyi" diyenleri Alper Görmüş'ün yaptığı gibi büyük bir bilmişlikle; "Galiba diyorum, nostaljinin gücüyle ilgili bir durum bu. Ya da kuşak milliyetçiliğiyle..." diye yazabiliyor insan. İşte o zaman, tarihsel bağlamı gözetmeyen bu zihninin gerisine yuvalanmış "alt/üst', 'iyi/daha iyi' türü tasnif edici bakışın aslında faşizmin boy verdiği arazi olduğu da akıldan kayıp gidiyor...