Candan Yıldız

13 Mayıs 2012

Aborijinler’de bir Anadolu öyküsü yakalamak

Masallar, söylenceler türlü türlü derslerle doludur; almasını bilen için

Masallar, söylenceler türlü türlü derslerle doludur; almasını bilen için. Şahmaran’da insan, açgözlülüğün, ihanetin ve gücün temsilcisidir; Zümrüd-ü Anka Kuşu’nda inancın, aydınlık dünyaya varışın tutkulusu. 

Kültürel bellek olan; dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılan bu öyküler; toplumların inanışları, tarihleri ve coğrafyalarına özgü olarak farklılar içerseler de ortak temaları dikkat çekicidir.

Bu hafta Aborijinler’e ait “Dreaming Stories”lerden bir öykü ile annemin bana çocukken anlattığı bir öykü arasındaki benzerliğin bendeki heyecanını paylaşacağım. Zira binlerce kilometre uzakta “ortak” bir öyküyü yakalamak, insanlığın hala aynı rüyayı görebileceği umuduna su taşımak anlamına gelmez mi?  

Aborijinler’in “Dreaming Stories”lerinde her bir doğa olayının, doğanın parçası her şeyin, yıldızların, hayvanların bir öyküsü vardır. O öykülerde hep “insanlaşma”anlatılır. Bunu sağlayan da bu kültürün ve tarihin yaratıcısı ruhlardır. Ruhlar o topluluğun atalarının ruhlarıdır.(Eril dil olarak sadece ataları/ancestors kelimesi geçiyor öykülerde. Biz kadınlar yine yokuz!) Bu ruhlar ağaca, yıldıza, taşa ya da suya dönüşebiliyor. Kutsallar, ve asla görünmüyorlar. Bitmeyen bu öyküler bugünle geçmiş arasında bağ kurmaya devam ediyor; bütün yıkıma rağmen. .

Bir fikir vermesi açısından bu kültürün avcılık ve toplayıcılık zamanlarına ait “A Story of Two Hunters: İki avcının öyküsü” ne bir bakalım:

Birgün ait oldukları klanın yiyeceğe ihtiyacını karşılmak için iki kardeş avlanmaya gider dağlara. Azimlidirler insanlarına yiyecek bulacakları konusunda. Dağları tırmanmaya başlarlar ve kayalıkların arasında saklanan bir devekuşu görürler. Yakalar ve öldürürler. Dönüş yolunun yarısında ölü devekuşunun etrafını sinekler sarar. Ne yapsalar da sineklerden böceklerden kurtaramazlar yiyeceklerini. Onlar için olduça değerli olan etin berbat olacağından endişe ederler. Sonunda küçük bir ateş yakıp, dumanıyla sinekleri kovmaya karar verirler. Ancak yaktıkları ateş birden güçlü bir rüzgarın etkisi ile körüklenir ve etrafa yayılır. Kısa zamanda kuru otları alev sarar, iki genç avcı tuzağa düşürüldüğünü anlar. Çıkış yolu yoktur, etrafları ateşle çevrelenmiştir. Ümitsizce zar zor nefes alırlar dumandan. Son bir çaba ile yüksek kayalık tepenin en üst seviyesine tırmanırlar. Ancak yangın oraya da ulaşır, alevler derilerini yakmaya başlar. Gidecek hiç bir yer yoktur artık. Acı ve çaresizlik içinde ikisi de birden çığlık atmaya başlar. İşte o an birden uçabildiklerini farkederler. Artık alevlerin ulaşamayacağı kadar yüksektedirler. Daha da yükselerek gökyüzünün en uzak noktasına varırlar. Onları izyeleyen atalarının ruhları yardıma koşmuştur. Onların gücü ile kaçabilmişlerdir. Ne zamanki güvende olduklarını  anlarlar gökyüzünde bir kamp kurar iki kardeş. Sonsuza kadar da orada kalırlar. Geceleri yaktıkları kamp ateşi Güney Yarımküre’de takım yıldızlarının en parlak iki yıldızı olarak görünür. 

Ancak öykü burada bitmez.

Anneleri, Uldanami ise ki her zamanki gibi endişe ile bekler oğullarını. Klandan bir grup insan,  korkunç yangından bahseder. O an çılgınca koşmaya başlar kampın etrafında. Gözyaşları sel gibi akar, durmadan iki çocuğunu çağırır. Çünkü hiç yılmadan yaparsa kendisini duyacaklarına ve yanıt vereceklerine inanır. Izdırabı ve sebatını gören iyi ruhlar küçük bir kuşa çevirirler onu. Annenin ruhunun kuş olarak  huzura kavuşacağını umud ederler. Ama anne, umutsuzca kayıp çocuklarını çağırmaya devam eder. Bugün bu kuşun sesi hala duyulur bu coğrafyada. Kederlidir. Kim ki bu hüzünlü sesi duyduğunda gözyüzüne bakar ve iki parlak yıldızı görür,yaslı annenin acısını hisseder.”

Dersim, Erzincan ve Bingöl’de “Pepuq”, Toroslarda “Yusufçuk” olarak bilinen, öyküdeki kahramanların Alevi inancına göre Fatma-Ali, Sünni inancına göre ise Ömer-Ayşe adını aldığı;  çocukluğumun öyküsünde de bir kuş vardır. Bu kuş da hüznün,acının sesidir. Tıpkı Aborijinlerin öyküsünde olduğu gibi.

“İki kardeş varmış. Biri kız diğeri erkek. Yoksul,  analığı ile yaşayan bu iki kardeş bir gün kenger toplamaya gider. (Kenger karların erimesiyle birlikte ortaya çıkan, kabukları soyularak yenen bir bitki). Kenger toplarken karınları acıkır,topladıkları kengerlerden birini kardeş payı yaparak yerler. Sonra da kenger toplamaya devam ederler. Akşam olur, dönme vakti geldiğinde ne kadar kenger topladıklarını kontrol etmek için çuvalın içine bakarlar. Ama o da ne! Çuval boştur.  Erkek kardeş kızgınlıkla kız kardeşini kengeleri yemekle itham eder. Kız yeminler eder yemediğine. Ama inandıramaz. Çünkü üvey annenin ne diyeceğinden korkarlar.(Üvey anne miti, biyolojik annelik yüceltilmesi böyle besleniyor işte öykülerle). Erkek kardeşinin bir türlü kendisine inanmayışına çok üzülen kız kardeş, "ne kadar yeminler ettim, diller döktüm, ama sen bana inanmıyorsun. Madem bana inanmıyorsun, karnımı aç da mideme bak benim" der. Bunun üzerine erkek kardeş, bıçağına davranır, kardeşinin karnını yarıp midesine bakar. Bakar ki ne görsün! Kardeşinin midesinde, birlikte yedikleri bir lokma kengerden başka hiçbir şey yoktur. Öykü bu ya, çuvalın delik olduğunu sonradan farkeder. “Ben ne yaptım” diye dövünmeye, ağlamaya başlar. Ayağa kalkar, ellerini iki yana açarak "Allahım beni bir kuş haline getir, ama öyle bir kuş haline getir ki, dünya var oldukça ben kızkardeşime ağıt yakıp ağlayayım!" diye yalvarır. Ve o anda Pepuq Kuşu’na dönüşür. Yine annemin anlatımıyla kengerlerin taze yumuşak olduğu dönemle kuruduğu dönem arasında Pepuq Kuşu dertli dertli öter de öter.”

Metin&Kemal Kahraman’ın “Bir Masal Kuşu”nda söylediği gibi, “bir masal kuşu, konar düşlerimize, açılır kapısı çocuk yalnızlığımıza”...

Yalnızlığımızı çoğaltmamak dileği ile, öyküleri dinlemeye, anlamaya devam...