Çağnur Öztürk

15 Haziran 2018

İnsan ne ile yaşar ya da insana ne kadar toprak lazım?!.

Düşündüklerimiz ve yaptıklarımız arasında bir uçurum oluşmaya başladıysa ve biz bu uçuruma sadece seyirci kalan bir tutarsız vicdani hesaplaşmadaysak yanlış bir yerdeyiz demektir

Sinema-TV sektöründeki temel sorunumuz setlerdeki çalışma koşulları, iş güvenliği, dizi süreleri ve bunların getirdiği hayati sonuçlar iken; “ki bu sorunlarla sektör cebelleşirken; ki bu cebelleşmeyi de aslında çok ufak bir kitle yaşamakta iken”

Çünkü sektörün kaymağını yiyen, hiçbir şeyden etkilenmeyen ve hatta bu son 16 yılda, onlarca yapım şirketi kurup sinema-tv sektöründe aşırı derecede zenginleşen ve kendine kamera arkasında, önünde çok rahat yer bulabilen bir kitle var.

Ve diğer cebelleşen kitlenin hiçbir şekilde dizilerde, reklamlarda, televizyonda, filmlerde iş bulamaması, ötekileştirme, yok sayılma durumu var. Tiyatroya, sanata vurulan baltalar ortada… Sesi çıkanların oyunları yasaklandı, oyuncular görevlerinden alındı.

Sektör böylesi bir uçurumda, dengesi yok… Bu son 16 yıllık siyasi dönemin de sinema-tv-kültür-sanata kabus gibi yansıması mevcut.

Bu uçurum içinde alabildiğine bir iki yüzlülük  var, tıpkı gazetecilikte olduğu gibi… Sesi çıkanlar ya işsiz bırakılıyor, ya da birileri sindiriliyor…

Örneğin Levent Üzümcü ile Cumhuriyet Pazar için söyleştiğimizde; meslektaşlarınızın duruşunu nasıl buluyorsunuz? soruma verdiği şu sözleri, hem bütün bir sinema-tv- kültür-sanat sektörüne hem de bu dönemki özellikle de son birkaç ayda 180 derece dönüşen medya içindeki mensuplar için çok geçerli ve anlamlı… O nedenle mutlaka yer vermek istedim ayrıca…

“Benimle  aynı dünyayı isteyen fikirlerimi paylaşan çok meslektaşım var. Başbaşa kaldığımızda mangalda kül bırakmıyorlar. Ama kendilerine mikrofon tutulduğunda bir soru sorulduğunda, durup iki çift eleştiri dahi yapmıyorlar. Türkiye’deki pek çok dizini yapımcısı oyuncularına siyasi açıklama yapma yasağı getiriyor. Ve bunu oyuncu sözleşmelerine ekliyor. Bunu eleştirdiğimizde de benim evimin kirasını sen mi vereceksin? Çocuğumun okul taksidini sen mi vereceksin? gibisinden savunmalara giriyorlar. Arkadaş, bu ülkenin geleceği gidiyor, daha nasıl anlatabilirim? Hiçbir şekilde kaybetmeyi göze almayan siyasi bir garabet yüzünden, bu ülkenin geleceği köreliyor. Benim  meslektaşı olmaktan utandığım birtakım insanlar televizyonlara çıkıp, Türkiye’nin özgür bir ülke olduğunu söylüyorlar. Bir insan, çocuğunun torununun geleceğini nasıl böyle satar? Bir insan halkının geleceğini nasıl böyle karartır? Onun nasıl bir parçası olur, ben bunu algıyamıyorum. Ne bırakacağız biz bu çocuklara?”

Şu makalede her şey bittiğinde ağlayacağım diyen gazeteci ile Levent Üzümcü’nün yüz yüze geldiğinde mangalda kül bırakmayan meslektaşları arasında bir fark yok.

Çiğdem Toker’in çok güzel bir sözü var röportajında: Gazetecilik, 'ne yapayım, ekmek parası' dediğiniz yerde biter.  

Bu sanırım her meslek için geçerli, düşündüklerimiz ve yaptıklarımız arasında bir uçurum oluşmaya başladıysa ve biz bu uçuruma sadece seyirci kalan bir tutarsız vicdani hesaplaşmadaysak yanlış bir yerdeyiz demektir. Bazı vicdanlar ve duruşlar; ekmek parası ya da çocuğun okulu ya da ya da ev sahibi olma hırsıyla tutuşan insanoğlunun aldığı 188 ay ev kredisiyle açıklanamaz şu fani dünyada.

Ah artık röportajlara “advertorial” alınıyor ve gayet de legalize bir durum haline geldi. Düzen devam ederken, banka hesabını doldurmaya devam edenler zaten aynen doldurmaya devam ediyorlar, bedava yeme, içme, gezmeli hanutlu eylemlerine, gazetecilik değil PR'cılık yapmaya, Osmanlı dizilerinde kılıç sallamaya, sonra da banka reklamı olur deodorant reklamı olur hiç fark etmez kapmaya devam ediyor…

Ah, İnsan ne ile yaşar? Ya da insana ne kadar toprak lazım?!..