Deniz Ülke Arıboğan geçenlerde Akşam gazetesindeki köşesinde, Carol Negro'nun American Thinker'da yazdığı 'Amerika'nın Sırrı' yazısından esinlenerek “Türkiye bir fikirdir” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıyı biraz temenni biraz umut ama günün siyasi gerçeklerine de uymayan, çokça da ilham verici bir gelecek vaat eden bir ülke tanımı olarak okudum ben.
“Türkiye gönüllülüktür. Birlikte değil, bir olmaktır.” “Türkiye fikri yalnızca bayrak değildir; kanla sulanmış toprak değildir; asker değildir; millet değildir; hükümet değildir; anayasa değildir; meclis değildir. Türkiye bir devlet olmanın çok daha ötesinde büyük bir fikirdir. Bu fikir bizim kalbimizde zihinlerimizde yerleşiktir. Kişilerle yönetimlerle, nesillerle kaim değildir. Mezhebi sevgidir; birliktir. Bu nedenle Türkiye yalnızca üzerinde yaşanan bir vatan ya da kurallarına uyulan bir devlet değil, atalarımızdan devraldığımız, içimizde yaşattığımız ve çocuklarımıza miras bırakacağımız bir ümittir.”
Bir hafta sonra, Joost Lagendıjk dünya kupası finalinde oynayacak olan ülkesi Hollanda’yla ilgili olarak, Radikal gazetesinde “Turuncu bir ülke” başlıklı bir yazı yazdı.
“Bir Türk veya Amerikalıysanız bayrağınızı her zaman her tarafta görmeye alışıksınızdır. Keza milli marşların her fırsatta çalınmasına da. Hollanda da ise böyle değil. Bayrağın kullanımı sıkı sıkıya düzenlenmiştir, çoğu insan milli marşı sadece bir atlet veya spor takımı Olimpiyat Oyunları’nda altın madalya kazandığında duyar. Fakat diğer taraftan iki veya dört yılda bir Hollanda milli futbol takımı ortaya çıkıverir. Bu takım, Hollandalı olmaktan gurur duymak ve belli dozda milli gurura hâlâ ihtiyacı olan, fakat bunu 11 futbolcunun renklerimizi müdafaa ettiği durumlara saklamayı isteyen milliyetçilik sonrası bir ülkede yaşamaktan mutlu olmak gibi güçlü hisleri tahrik etmeyi başarır. İspanya’yı yenip yenmememizin bu saatten sonra kimsenin umurunda olduğunu sanmıyorum ve sonuç ne olursa olsun, ülke tepeden tırnağa turuncuya kesecek ve başka hiçbir olayın veremeyeceği bir özgüvene sahip olacak.”
Monolitik toplum, mecburi yurttaşlık
Cumhuriyetin, kuruluşunda dayandığı rol dağılımında, devlet hem kalkınmanın hem de modernleşmenin öncü gücüydü. Tebaadan toplum, kuldan yurttaş yaratmak hedefi toplumun farklılıklarından arındırılmış, etnik köken farkı veya din, mezhep farkı, dil farkı ve hatta cinsiyet farkı yok varsayılan tek tipleştirilmiş bireyler anlayışına dayanıyordu. Yani monolitik toplum, tek tip yurttaş, farklılıkların öne konamadığı mecburi yurttaşlık. Bu anlam dünyası üzerine devlet, anayasa, bürokrasi, yargı, asker, eğitim, siyaset inşa edilmeye çalışıldı.
Gelin görün ki, önce dünya değişti. O günlerin ulus devlet anlayışı, temsili demokrasi, ekonomik modeli ve siyaset modeli ikinci dünya savaşı sonrası dünyada süratle değişti. Uluslar arası ilişkiler ve kurumlar tarafsızlık yerine karşılıklı ilişkiye, temsili demokrasi katılımcı demokrasiye, siyaset partilerin tek egemen olduğu durumdan alandan sivil toplum örgütleriyle, gönüllü inisiyatifleriyle rol paylaştığı yeni siyaset tarzına dönüştü. Değerler dizisi değişti. Devletin egemen olduğu devlet - yurttaş ilişkisi yurttaş lehine bozuldu, toplumsal olan birçok mesele kültürel alana kaydı. Ama asıl önemlisi zihin dünyamız, düşünme sistematiğimiz, algı ve beklenti dünyamız değişti.
Sonra da Türkiye değişti. Son otuz yılın ülkedeki değişimleri, iç ve dış dinamiklerin geldiği noktada ister beğenin ister beğenmeyin, Cumhuriyetin anlam dünyası bugünün hayatına ve toplumuna yetmez hale geldi.
Demokratik toplum, gönüllü yurttaşlık
Son elli yıldır bu ülkenin temel meselesi Cumhuriyetin sistematiğini ve anlam dünyasını reforme etmek, zamanın ruhuna uydurmak, demokratikleştirmektir. Bunlar ise siyaset zemininde ve siyaset marifetiyle başarılması gereken meselelerdir. Fakat bizim siyasetimiz değişmesi gereken bu dünyayı, mutlaklaştırarak korumak veya rövanş almak ekseninin çıkmazına saplanıp kaldı.
Halbuki bugün siyasetçiler de toplumun oldukça önemli bir kısmı da fark ediyor ki, meğer aramızda etnik kökeni, inancı, ana dili, cinsiyeti, rengi farklı olanlar varmış. O nedenle, hala köşelerde, ekranlarda, yazıların altındaki yorumlarda, son derece içtenlikle yazılmış, “arkadaşım Alevi imiş hiç bilmezdim”, “arkadaşım Kürt olduğunu bir kere bile söylemedi” türü laflar ediliyor. Şimdi, bazı yurttaşlarımızı diyor ki, “bizde buradayız, alışın.”
Farklılıklarımızla, bir arada, iletişim ve ilişki içinde, beraberce çoğalarak ve çoğaltarak yaşamanın yeni mutabakatını üretebilmemiz gerekir. İşte budur Cumhuriyetin anlam dünyasını demokratikleştirerek, yenileyerek ve geliştirerek reforme edebilmenin yolu.
Bugün ortak yaşamın, ortak kaderin yeni bir anlam dünyasını inşa etmek zorundayız. Bunun birinci yolu da konuşabilmek, tartışabilmek ama asıl önemlisi ortak geleceğin mutabakatını üretmeyi hedeflemek. Bu sürecin biricik hedefi olabilir: Mecburi yurttaşlıktan gönüllü yurttaşlığa, monolitik toplumdan demokratik, çoğulcu topluma dönüşmek.
Ancak o zaman yüreklerde, zihinlerde yaşayan bir fikir olarak Türkiye’ye ulaşabiliriz. Ancak o zaman her birimiz, bu ülkede varım diyebilir, bu özgüveni hissedebiliriz.