Bekir Ağırdır

20 Ocak 2014

Cevaplar bu değil

K riz, aktörleri ve dinamikleri basitleştirilerek ve yanlış değerlendiriliyor. Çözüm için de bütüncül bir plan ve fikir yok. Aksine reaksiyoner ve telaşlı bir tavır var.

Yaşanan krizin yönetilemediği açık. Hatta krizi yönetmek adına yapılan her hamle krizi daha da derinleştiriyor. Kabul edelim ki bugün yolsuzluk operasyonu diye başlayan süreç devlet krizine dönüşmüş durumda.

Her şeyden önce daha basit ve siyaset dışı bir ilkeden başlayalım. Günümüzün karmaşıklık ve belirsizlik esaslı, çok aktörlü, çok boyutlu gündelik hayatında problemin kendisi kadar problemi ele alışımız, yönetiş tarzımız daha da önemli. Bugünün hayatında çelişkiyi, problemi çözmek kadar yönetmek önemli. Ne yazık ki kriz yönetilemiyor.

Çünkü kriz, aktörleri ve dinamikleri basitleştirilerek ve yanlış değerlendiriliyor. Çözüm için de bütüncül bir plan ve fikir yok. Aksine reaksiyoner ve telaşlı bir tavır var.

İki konuda net olmamız gerekiyor. Birincisi, bugün yaşanan süreci doğru tanımlamalıyız. Süreç yolsuzluk gibi somut bir mesele üzerinden başladı ama yolsuzluk sürecin nedeni değil bahanesi. Tüm siyasi aktörler “yolsuzluk da var, operasyon da var” diyemedikleri ve yalnızca birisini esas aldıkları için doğru pozisyon ve tutum geliştiremiyorlar.

İkincisi, ülke kırk-elli yıldır değişen hayata ve üreyen siyasi ve toplumsal problemlerin hiç birisine siyaset marifetiyle çözüm üretemedi. Merkeziyetçiliğin ve keyfiliğin esas olduğu devlet, yönetim ve hukuki yapı sorunları çözebilmesi kapasitesinde olmadığı gibi bizatihi kendisi problemlerin hem kaynağı hem de çözümlere engel haline geldi. Buna karşılık hayat, iç ve dış dinamikler var olan yapıyı her gün bir yerlerinden çatlatıyor. Son üç yılda bile yaşananlara bakınca, bu merkeziyetçi ve keyfiyetçi yapının krizlerinin sıklaşarak ve derinleşerek tekrarlandığını görüyoruz. Bir gün, birkaç ay sonra, bu krizi atlattığımızı sandığımız bir anda, başka bir problem üzerinden yine sistem kriziyle karşılaşacağız.

Bu merkeziyetçi yapı keyfilik de yolsuzluk da çeteler de vesayet de üretir. Dünün iş tutulan makbulleri bugün artık birbirlerine düşmanlarsa, bugünün makbulleri arasında da yarının potansiyel düşmanları olacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.

O nedenle bugünkü krizden çıkış yolu kibirle, kişisel veya siyasal ikbal ve ihtiraslarla, can havliyle yapılacak reaksiyoner hamlelerle değil, bütüncül bir değişim ve demokratikleşme hamlesidir. 

Ama ne yazık ki henüz hiçbir siyasi aktörden böylesi bir bütüncül açılım görünmüyor. Siyasi aktörler arasındaki derin güvensizlik, ilkelere değil siyasi çıkarlara dayalı siyaset yapma tarzı, kişisel korku-kibir ve ihtiraslarının esiri olmuş siyasetçiler, gazeteci veya kanaat önderi kılığındaki şakşakçı aktivistler, her haklı itiraz ve muhalefet hareketini operasyon alanı gören iç ve dış güç odakları elbirliğiyle ülkeyi daha riskli bir sürece doğru götürüyorlar. Bedelini hepimizin, tüm ülkenin ödeyeceği hatalar yapılıyor. Soru şu: Ülke bu riski taşıyabilir mi?

Başbakan’ın bile dinlendiği ve konuşmaların arşivlenip, günü geldiğinde kullanılabildiği bir yapıda sade vatandaşı kim koruyacak? Başbakan’ın bile güvenmediğini söylediği yargıya sade vatandaşlar nasıl güvenecek? Sade birey devletin bu ezici ve şantajcı gücü karşısında kime güvenecek? Çetelerin kimi zaman makbulleştirilebildiği, her şeyin izlendiği, fişlendiği, arşivlendiği, ses veya internet her türlü iletişimin denetlenmeye çalışıldığı bir devlet düzenine karşı bireyi kim koruyacak?

Hukuku sorgular hale geldiğimiz bugün çok sıcak iki kritik durum var. Birincisi, önümüzdeki on sekiz ayda üç seçim yapılacak. Bu seçimler yargının yönetiminde yapılacak. Şimdiye dek zaman zaman dedikodular çıkarılmaya çalışılsa da seçim hukukuna güven konusunda aktörlerde ve toplumda bir sorun yaşanmadı. Hukukun bu denli ayaklar altına alındığı bir süreçte seçimlerin sonuçlarına güven sarsılırsa, bu konuda aktörlerde ve toplumda derin bir güven bunalımı çıkarsa ne yapacağız? Örneğin İstanbul, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin oy sayım ve mazbata düzenleme aşamasında kimileri operasyon yaparsa veya operasyon olduğu kanaati oluşursa ne olacak? Bu soruya iktidarın ve yandaşlarının bir cevabı var mı?

İkincisi, yalnızca bu yıl bile ekonominin ne kadar sıcak paraya ihtiyacı olduğunu ekonomistler yazıyor? Hukukun ve yargının bu denli çeteleştiği ve keyfileştiği, bankalar üzerinde kamu otoritelerince bile cüretkârca operasyonların yapılabildiği bir ülkeye yabancı yatırımcılar nasıl gelecek?

Neresinden bakarsak bakalım, süreci ne “yesinler birbirlerini” diyerek ne de bir tarafa yaslanıp “vur, vur” diyerek seyredemeyiz. Bu süreçte hangi aktör kazandığını sanırsa sansın, kazanan keyfiyetçiliğe, çeteciliğe, yolsuzluğa açık merkeziyetçi devlet olacaktır.

Sorumluluk yalnızca hükümette, partilerde değil, hepimizdedir. Yapabileceğimiz ve yapmamız gereken, bulunduğumuz alanda, fikirde, harekette, partide, her yerde, demokrasi talebini yükseltmek, şeffaflığı, hesap verebilirliği, katılımcılığı, yerinden yönetimi savunmaktır. Tam da her yerde ve her zeminde yeni anayasayı, ortak yaşamın yeni kurallarını tartışmanın zamanıdır. Yapılabilecek olan ya kendi bulunduğumuz yeri dönüşüme zorlamak ya da yeni bir demokrasi hareketini örgütlemektir.

Ama yapılacak olan kesinlikle yalnızca seyretmek veya tarafları kızıştırmak değildir. Çünkü konuştuğumuz kendi geleceğimizdir.