Baran Alp Uncu

11 Nisan 2014

Düşmanlaştırıcı kimlik siyasetinin panzehiri: Çok-kimlikli nükleer karşıtı hareket

Bunca tozun dumanın arasında birçok hayati meseleyle ilgili gelişme gözden kaçmakta. Ya da her biri düşmanlaştırıcı kimlik siyasetinin malzemesi hâline dönüşmekte.

Bunca tozun dumanın arasında birçok hayati meseleyle ilgili gelişme gözden kaçmakta. Ya da her biri düşmanlaştırıcı kimlik siyasetinin malzemesi hâline dönüşmekte.

Başbakan Erdoğan ve AKP yönetiminin kullandığı dil ve uyguladığı politikalar kimliklerin dar ve katı bir şekilde tanımlanmasına yol açıyor. AKP yönetimi, sürekli geçmişte uğranılan mağduriyetlere referans vererek, ‘kendi’ grubuna dört taraflarının düşmanlarla çevrildiğinin mesajını veriyor. ‘Düşmanları’, yani ‘ötekileri’ yok ederek var olmanın yolunu arıyor.

Sonuçta her bir konu –yolsuzluk, otoriterleşme, çocukların ölümü veya devlet şiddeti- içe kapanarak tanımlanan dar kimlik çıkarları çerçevesinde anlamlandırılıyor ve kullanılıyor.

Siyasi tercihlere de yansıyan bu düşmanlaştırıcı kimlik siyaseti siyasi tıkanmaya; sonucunda da hayati meselelerin içeriğinin tartışılmamasına neden oluyor.

İşte bu hayati meselelerden biri de Türkiye’nin nükleer santral kurma projesi.

***

Geçtiğimiz günlerde, Mersin-Akkuyu’da son 20 yıldır kurulması planlanan nükleer enerji santralinin Çevre Etki Değerlenme (ÇED) raporu sessiz sedasız bir şekilde 3. kez Çevre Bakanlığı’na sunuldu. Daha önce 2 kere geri gönderilen ÇED raporu bu kez kabul edildiği takdirde, Akkuyu nükleer enerji santrali inşaatının önünde hiçbir engel kalmayacak.

ÇED raporunun reddedilmesi ve projenin henüz plan aşamasındayken iptal edilmesi için kampanya başlatan Greenpeace, santralin beraberinde getireceği riskleri ve soru işaretlerini özetle şöyle sıralamakta:

-          Santrali inşa edecek Rus Rosatom şirketinin geçmişi düşük kalite hammadde kullanımından, yolsuzluklara kadar türlü şaibelerle dolu. İddialara göre, şirket yeterli altyapıya sahip değil. Üstelik, Rosatom’un sahip olduğu teknoloji henüz denenmemiş ve de Avrupa tarafından onaylanmamış durumda.

-          Projeye göre, nükleer atıkların Rusya’ya transferi boğazlar üzerinden yapılacak. Kuru yük gemilerinin geçişinin bile tehlike yarattığı boğazlardan nükleer atık taşıyan gemilerin geçmesi İstanbul’u ve Çanakkale’yi büyük bir riskin altına sokacak.

-          Santralinin soğutması için kullanılacak suyun tekrar denize verilmesi sonucunda su sıcaklığı artacak ve deniz hayatını büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalacak.

-          Projeye göre, olası bir kazada acil eylem planı sadece 5 kilometreyle sınırlı. Oysa Çernobil ve Fukuşima kazalarından biliyoruz ki, olası bir nükleer kazadan Türkiye’nin tamamı ve Doğu Akdeniz’in büyük bir kısmı etkilenecek.

-          Her şeyden önemlisi, nükleer enerji santralleri dönemin son teknolojisiyle yapılsa da, kaza riski hiç bir zaman sıfıra indirilemiyor.

Greenpeace’in altını çizdiği risklerin varlığı, hangi kimliğin gözlüğüyle bakarsanız bakın değişmemekte. Nükleer enerji santralleri her kesimden insan ve her tür canlı için sonuçları geri döndürülemez olan tehlikeler taşıyor. Diğer bir deyişle, kadın-erkek, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, kentli-köylü, muhafazakar-seküler, işçi-patron ayrımı gözetmeksizin herkes için bir hayat memat meselesi.

Oysa aynı diğer birçok benzer meselede olduğu gibi, AKP’nin yürüttüğü kimliklerin düşmanlaştırılması politikasının sığ sularında boğulmaya aday bir konuyla karşı karşıyayız.

Akkuyu nükleer santraline karşı çıkanların iktidar tarafından Türkiye’nin ‘yükselişini’ engellemeye çalışan ‘ötekiler’ olarak yaftalanması pek muhtemel. Aynı İstanbul ve çevresinin Kuzey Ormanları’nı talan eden 3. köprü ve 3. havaalanı projelerinde olduğu gibi.

Öte yandan, 2011 yılında Greenpeace tarafından yaptırılan araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye’de insanların yüzde 64’ü nükleer enerjiye karşı. Nükleer enerji santrallerine yakın yerlerde yaşamak istemeyenlerin oranı yüzde 82

Son yerel seçimlerin sonuçları hesaba katıldığında, AKP seçmenin büyük bir kısmı nükleer enerji santralini istemediği görülmekte.

O zaman, nükleer enerji karşıtı hareketin nükleer lobisini baskı altına alacak şekilde nasıl genişleyebilir?

 İlk olarak, seçim sonrasında özellikle sosyal medyada sıklıkla görülen özcü yaklaşımlardan uzak kalarak. Diğer bir deyişle, muhafazakarlık dâhil olmak üzere kimliklerin değişen, dönüşen ve her daim yeniden inşa edilen sosyal kategoriler olduğunu kabul ederek.

İkincisi, her bir bireyin tek bir kimlikten ibaret olmadığının; aksine birden fazla kimliğin kesişim noktasında olduğunun farkına vararak.

Üçüncüsü, ulusal sınırlar içerisinde konumlandırılan hiçbir toplumu tek bir değer sistemine sahip organik ve yekpare bir bütün olarak düşünmeyerek. Her bir kimliğin varlığını kabul edip, farklı noktalardan yola çıksalar da benzer sonuçlara ulaşabileceklerini öngörerek.

Bu ön kabullerle beraber, farklılıklara açık ama aynılaştırmaya kapalı, çok-kimlikli ve kapsayıcı bir nükleer enerji karşıtı koalisyon doğabilir. Hem de tepeden gelen kimlikleri düşmanlaştırma çabalarının önüne geçerek.

“İyi, hoş da nükleer enerji, çevre ya da ekolojik denge bugüne kadar muhafazakar kesimin kalemi meseleler olmadı ki” derseniz…

Endonezya’da olanlar bunun her zaman böyle olmadığını gösterir nitelikte bir örnek.

Endonezya’da hükümetin nükleer enerji planlarına karşı 2000’li yıllar boyunca süren hareketin içinde Greenpeace Endonezya ve yerel çevre örgütleriyle beraber hareket eden İslami gruplar da yerlerini aldı. Hatta, Endonezya’nın en büyük İslami gruplarından Nahdlatul Ulama nükleer enerjinin haram olduğunu söyleyen bir fetva yayınladı. Böylelikle, İslami unsurların ilk kez bu kadar görünür kılındığı kapsayıcı bir çevre hareketi ortaya çıkmış oldu.

 Kısaca, değişik kimlik grupları farklı değer sistemlerine sahip olsalar da;  aynı mesele hakkında benzer sonuçlara varıp, ortak taleplerle beraber hareket edebilmekteler.  

***

Bunun farklı örneklerine bu topraklarda defalarca şahit olduk…

2003 yılında meclisten tezkerenin geçmesini engelleyen esnek ve çok-kimlikli Irak Savaşı karşıtlarının kurduğu savaş-karşıtı koalisyon;

Her sınıf, etnik ve dinsel kimlikten insanın bir araya gelmesiyle büyük bir vicdan ve adalet arayışına dönen Hrant Dink’in cenazesi;

Hrant’ın Arkadaşları’nın 7 yıldır süren adalet arayışına -sayıca fazla olmasa da- mütedeyyin kesimin önde gelen isimlerinin verdiği önemli destek;

Alevi ve Sünni köylerinin siyanürlü altın madenine karşı bir araya gelerek oluşturdukları Bergama Hareketi…

Son olarak da Gezi direnişi…

Sadece Antikapitalist Müslümanlar’ın Gezi protestoları ve sonrasındaki forum sürecinde yer alması bile yeterli bir örnek. Farklı referans noktalarından hareket eden grupların kapitalizm, tüketim toplumu ve devlet şiddetine beraberce muhalefet edebileceğini göstermekte.

Bunlara, kullandıkları kapsayıcı dille kentin tüm kesimlerinin ‘barınma hakkını’ savunan Kent Hareketleri’ni, İstanbul ve civar köylerinde yaşayanların ormanlarını koruyan Kuzey Ormanları Savunması’nı da eklemek mümkün.

***

Özetle, sorun toplumun bölünmüş olmasında değil. Toplum diye belirli ulusal sınırlar içerisinde tasavvur ettiğimiz bütünün içerisinde sınıf, din, dil, etnik köken ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımlar her zaman olageldi.

Asıl sorun kimlik gruplarının birbirlerini yok edilecek düşmanlar olarak görmeleri/gösterilmeleri.

Zaten, demokrasinin çoğulculuk ilkesiyle hedeflenen bir kimliğin diğerini yok etmesinin veya kontrolü altına almasının önüne geçilmesi. Siyaset bilimci Chantal Mouffe’un da belirttiği gibi, gerçek bir demokraside farklı gruplar birbirleriyle karşıtlar/rakipler olarak mücadele ederler. Etmelidirler de. Ama iki temel siyasi etik prensibi - eşitlik ve özgürlük – gözeterek ve karşıtlarının varlığını meşru görerek.

Mutlak bir mutabakata dayanmayan, mesele odaklı ve çok-kimlikli toplumsal hareket koalisyonları da sivil toplum aktörlerinin birbirlerini tanıma ve anlamalarının imkânını sunmakta. Bir anlamda, farklılıkları korurken bir arada olabilme mekanizmalarını geliştirme pratiği.

Yukarıdan dayatılan düşmanlaştırıcı kimlik siyasetinin de panzehiri.