Sivas’ın adı ateş, Sivas’ın adı linç, Sivas’ın adı katliam. Takvimimin yaprağı Temmuz 2, 1993 de asılı kaldı. Ben tıp fakültesi 1. Sınıf öğrencisiydim. İnsanı hayatta tutabilmenin yollarını öğreniyordum. Tam 23 yıl geçti üzerinden. Sivas 1993’e gelene kadar ve Sivas’tan günümüze büyük acıları içinde öğüttü bu topraklar. Çok kimse hesabını gerçekten sormadı, bir çoklarının da umurunda değildi.
Kaderi belirleyen ilk şey doğduğumuz coğrafya galiba. Sonra bir çok etken birbirini takip ediyor elbette, bu konunun felsefesi uzun. Söylemek istediğim Türkiye’de doğmak hazırlıksız ölümlere alışmakla eş. Sadece Cumhuriyet dönemi bile mezhep ayrılığına dair kaç katliam sığdırmış içine. Çok zaman adına katliam demekten korkmuşuz. Maraş, Çorum, Sivas’tan da öncesi var.
Adı katliamın yanında geçen onca şehir, bu lanetten nasıl kurtulacak, mümkün mü? Hiçbir şeyin bir anda olmadığını, planlı kışkırtmaların ne kadar zaman öncesinden başladığını, susularak, görmezden gelinerek nasıl destek verilebildiğini hep bu katliamların ardından yaptığımız tarih okumalarında gördük. Oysa insanlar Maraş’ ta çoluk çocuk ayırmaksızın vahşice katledilmeden günler öncesinden bunun apaçık göstergeleri vardı. Katliamın önlenebilmesi için kimse çabalamadı. Türkiye’nin orta yerine, Maraş’a asker giremedi, polis giremedi, katiller katliamını bitirene kadar herkes bekledi. Peki günümüzde ne değişti? Hiç. Hala görmüyor, duymuyoruz.
Tüm katliamların ortak yanları olduğu gibi farklı yanları da var elbette. Sivas, Madımak Oteli’nde insanlar yakılarak katledilene kadar Pir Sultan Abdal Şenlikleri için şehre gelmiş yüzlerce yazar, ozan, düşünür, sanatçı ile gerçekten şenlenmişti. Yaşadığı yerde anılmak istenen Pir Sultan Abdal, aleviler için Yedi Ulu Ozan’dan biriydi ve valinin resmi davetiyle düzenlenen büyük bir şenlik olacaktı. Bizler varlıklarıyla edebiyata, türkülere, danslara hayat veren o kıymetli isimlerin bir daha bir şey yazamayacaklarını, türkü söyleyemeyeceklerini, henüz adını bilmediğimiz, yaşasalardı nelere katkı sunacaklarını asla öğrenemeyeceğimiz 33 insanımızı televizyonlarımızın başında yanarlarken izledik. Göz yaşları içinde, hıçkıra hıçkıra ağlarken televizyon ekranına bir kova su dökmek istedim, büyük çaresizliğin ne demek olduğunu ben Sivas Katliamında öğrendim. Sonrasında sistem beni aksi yönde bir gün bile şaşırtmadı.
2 Temmuz utancın günüdür. 2 Temmuz çaresizliklerimizden bir gün dahadır. 2 Temmuz radikallerin şeytana taparcasına yaktıkları ateşe tapınmalarıdır. Gün boyunca o ateşin kıvılcımları Sivas’ın sokaklarında, kahvehanelerinde, camilerinde çoktan başlamıştı. Kulaktan kulağa türlü yalanlar ve kışkırtmalarla insanın içindeki vahşetin nasıl devleşerek, 15 bininin nasıl tek yürekli bir canavara dönebildiğini gördük bir kez daha. Devlet organları kalbi olmayan bir makineydi ve eli hiç sobada yanmamıştı. Kılları kıpırdamadı. Organların yetkililerinin kalbi vardı oysa ama televizyon ekranlarından olanları seyrederken ‘lan yakın’, ‘cehennem ateşi işte!’ diye bağıranları izlerken belki bir bardak soğuk suyla içlerini serinletmişlerdi.
Otelin içindeki insanlar saatler içinde büyük bir korkuyla orada sıkışmış, merdivenlerde çaresizce boğuluyorlardı. Devlet organları, sen hiç nefessiz kaldın mı? Boğulurken nasıl acı çeker insan bilir misin? Devlet organları, sen yanarak ölürken insanın her hücresi ayrı ayrı yanar acısını bilir misin? Dışarıdaki 15 bin, senin gücün 35 kişiye ancak mı yetti? Siz kimdiniz ki, ne cüretle yaktığınız kibritle alev alan her şeyi cehennem ateşi sandınız?
Katliamın üzerinden 23 koca yıl geçti, devletin organları ampute (işe yaramadığı için kesilmiş), zaman aşımından kopmuş bir tarafları, radikalleri suçlayamıyor. E ne yapsın? 15 bin kişiyi hapse mi atsın? Vicdanlarıyla yüzleşmeye bırakıldı o çok onurlu, inançlı radikaller. Bir gün bile gözlerine uyku girmemeliydi, boğazlarından lokma geçmemeliydi, aldıkları her nefeste boğulmalılardı kanımca. Suç 15 binde 35 değildi. Suç 15 bin çarpı 35 ti. Madımak Oteli’nin önünde toplanan herkes tek tek 35 kişinin katilidir. Olanlara o anda ve ondan sonraki 23 yılda hiçbir şey yapmayanlar 35 er kişilik cinayetin ortaklarıdır.
Otelin içinden canını kurtaranlara ömürlerinin sonuna kadar yetecek dehşeti bıraktılar. Hayatta kalmanın mahcubiyetini bıraktılar. Ölümün kokusunu soluttular, sesini duyurdular. Kalanlara, ölenlerin tüm yakınlarına ve onları sadece satırlarından, seslerinden tanıyan herkese derin bir boşluk bıraktılar. Boşluk tarifsizdir, derindir, kuyudur.
Organlar, devletin organları kale kapısıdır. Omuzladıkça açılacak sanırsın açılmaz, geriye doğru gider güç alır tekrar denersin, tekrar denersin, her denemede biraz daha azalısın. Bir avuç insan kaldı davanın peşinde yılmadan o kapıya omuz atan. Ne ironi ki kapının ardında bekleyen, karar verici organ, büyümüş avukatken hakim olmuş, o zamanlar 15 bin çarpı 35 kişiyi katledenleri savunmuş bir hakim. Bu organlar var ya bizle dalga geçiyor. Ölümleri hiçe sayıyor. Öldürenleri yüreklendiriyor.
Yeni katliamlarda tekrar kahrolmamak, ağlamaktan daha fazlasını yapabilmek için çözüm arıyorum. Gene sadece dertleşmek düşüyor hesabıma, omuzunuza başımı koyup, birbirini anlayan insanlarla bazen sadece susarak içlenmek istiyorum.
2 Temmuz 1993 unutma, 35 insanı 15 bin katil öldürdü. Onlar hala sokaktalar, aynı otobüse biniyor, aynı kahvehanede oturuyor, aynı sokakta yürüyorsun. Dikkatli ol, katliam yapanlar içlerindeki dürtüyü kolayca tekrar harekete geçirebilir. Organlar susuyor, bari biz biraz fısıldaşalım.
En saf duygularımla katliamın 1. Yılı dolmadan yazdığım bir şiirle hepinize ve kaybettiğimiz değerli insanlara selam olsun. UNUTMA2TEMMUZDAİNSANLARIDİNUĞRUNAYAKTILARSİVASTAGÜPEGÜNDÜZDİRİDİRİ!
Tarih iki temmuz bin dokuz yüz doksan üç;
Korkunç haykırışlar kulağımı deliyor.
Sokaktaki yığın çoğalarak ilerliyor,
Söylenenlerde kan kokusu var.
Madımak son durak,
Duruyor kalabalık.
“Ölüm!”, “Kâfirlere ölüm!”
Bağrışmalar içime işliyor.
Her şeyi silah yapıyorlar kendilerine;
Taş, sopa, ne bulurlarsa.
Yeni bir silah daha buluyorlar tam o sırada.
Cezalandırılacaklar içeride, otel koridorlarında.
Anlamsız sonlarını bekliyorlar.
En verimli çağlarında,
Böylesi bir karanlığa mahkûm edilerek.
Suçlarını (!) hepimiz biliyoruz;
Düşünmek, üretmek, yararlı olmak topluma.
Bu değil mi ki en büyük suç çağımızda?
Dışarıdakilerden biri son hamleyi yapıyor;
Şah… mat!
Yükselen alevleri seyrederken
Secde ediyor dışarıdakiler.
Onlar değil miydi tanrıya inanan?
Şimdi ateşe tapıyorlar.
Yanıyor vücutlar, kitaplar, düşünceler.
Yukarı doğru yükseliyor yüce ruhlar.
Düşünceler özgür kalıyor.
Her bir fikir bir kül tanesinin üzerinde
Tekrar iniyor yere, ateşe tapanların üzerine.
Otuz beş insanımı yakıyor caniler, ateşe tapanlar.
Yapılan ne bunca ayda?
Yargı işlevsiz, halk suskun.
Ateşe tapanlar doymamış kana,
Durmadan kurban istiyorlar,
Yetmiyor alınan canlar onların tanrısına
Daha fazla, daha fazla…
Dur demiyor kimse, unutturmaya çalışıyorlar.
Neden onlar da mı ateşe tapanlardan?
Bunun bir sonu, bir suçlusu olmalı.
Ey katiler;
Bizim savaşımız böyle,
Kalemle, sözle, türküyle.
Yazık ki savaşımız kendi içimizde
Anlamaz ki bizi bizden başkası.
Susturmak için bu çabalar boşa
Sonu olacak elbet bunların
Ödenecek yapılanların hepsi bir bir.
Gün gelecek ateşe tapanlar kendi ateşlerinde yanacak.