Uyuyanın üstüne kar yağar derler. Müezzin Ömer ile rüyasında karlar altında uyurken tanışıyoruz. Yakın çekimle usulca yaklaştığımız beyaz, sakalsız ve pürüzsüz yüzü adeta bir kar tanesi. Beyaz yatak odasını tek renklendiren ela gözleri. Dokununca eriyen kar kadar kırılgan. Annesizlikten üşüyor Ömer. Ölümünden sonra ev buz kesmiş. Rüyasında, sanki terkedilmiş, karla kaplı evinin merdiveninden çıplak ayakla iniyor ve bembeyaz mutfakta annesini bir somun ekmek yerken görüyor. Nasıl da aç ve üşüyor. Ömer'in yemek hazırlamak için açtığı buzdolabı da kendi içi gibi bomboş. Anne şefkatinden mahrum ruhunu, uzun, beyaz, kalın bir atkıyla ısıtmaya çalışıyor. Annesiz bir gencin hissettiği yalnızlığı ve ürpertiyi başarıyla veren kar metaforu, Alp Yenier'in etkileyici müziğiyle ve Selahattin Paşalı'nın muhteşem oyunculuğuyla doruğa çıkıyor.
Ömer'den ilk duyduğumuz kelime "anne." Sadece rüyada gördüğümüz anne, oğlunun içine işlemiş. Ailesi, kendi düştüğü boşluğa düşmemesi için anne-gelin-anneanne figürünün yokluğunu kapamaya çalışıyor. Babaannesine ve ablasının beş çocuğuna bir nevi annelik yaparken dizi geleneksel erkek rollerini sorguluyor. Sultanım diye uyandırdığı ve sırtında tuvalete taşıdığı babaannesine "kemerleri sıkı tut uçuşa geçiyoruz" deyip çocuk gibi eğlendirdiğinde içimiz eriyor. Sayende uçağa bindim, diyen babaanne ne kadar mutlu. Torununun gözleri şefkatle pırıldıyor.
Karla kaplı olan sadece Ömer'in evi değil, ekranda şimdiye kadar üstü örtülmüş hayatlar. İlk defa bir dizi, yalı ve lüks arabalar yerine bir caminin çevresinde dönüyor. Kameraların çoğu zaman görmezden geldiği İslami gelenekleri, caminin halılarına ve ışıklarına odaklanarak görünür kılıyor. Selahattin Paşalı'nın kendi sesini kullanarak okuduğu sabah ezanını dinlerken içimiz ürperiyor.
Dini bütün mahallenin içi soğuk. İlişkiler, ödül ceza sistemi üzerinden yürüyor. Barış Falay'ın başarıyla oynadığı İmam Reşat, öğretmenlik yapmaya başlayan oğlu Ömer'e akıl veriyor: Söz dinlerse gofret ver dinlemezse tokat. Boşanmış, çocuklu, kendinden yaşça büyük Gamze'ye aşkını haykıran oğlunu sokak ortasında tokatlıyor. "Ne zaman aklını ne zaman kalbini kullanacağını" bilmesi için oğluna vuran hoca, şiddeti meşrulaştırıyor. Sırf Gamze'ye gitmesin diye oğlunu odaya kapatmayı ya da merdivenleri kesmek istiyor. Aşkında ısrarcı oğluna sonunda kapıyı gösteriyor. Zamanında uygun görmediği biriyle evlenen kızını da evden kovmuş. Açlık sınırındaki kızını, torunlarına harçlık vermeyerek cezalandırıyor.
Gamze'nin başı açık annesi de hoca kadar katı. Ömer'le ilişkisini öğrenince kızını gece vakti kapı dışarı ediyor. Ablasını koruyan diğer kızını da torunlarının önünde tokat atıyor. "Ya şimdi benimle gelirsin ya da senin artık bir annen yok" diyor gizlice evlenen kızına. "Bu yaptıklarını sana ödetmezsem bana da Fatma demesinler" diye bağıran anneye hoca hak veriyor. Evlerin kapıları sadece sorgusuz sualsiz itaat eden çocuklara açık. Çocuklarını evsiz, annesiz, babasız bırakmakla korkutan ailelere bahar hiç gelmiyor.
Peki, biz nasıl bu kadar tehditkâr olduk? Çevremdeki anne babalardan sıklıkla duyuyorum: Şimdi benimle gelmezsen seni parkta bırakıp giderim. Elindekini yemezsen bütün gün aç kalırsın. Benden özür dilemezsen küserim. Bir babanın ağlayan küçücük oğluna "o aptal ağzını kapat" diye bağırıp küfürler savurması hâlâ kulağımda çınlıyor. Şartlı bir "sevgiyle" ve terk edilmek korkusuyla büyüyenler, Ömer gibi çaresiz ve savunmasız. Söz dinlemeyen öğrencisine tokat atmak yerine gofret veren Ömer, şimdilik tehdit zincirini kırıyor.
Ve böylece kar fırtınasında bir aşk filizleniyor. Ömer, Gökçe Bahadır'ın oynadığı Gamze ile tanışınca o boğazını sıkan beyaz atkıyı çıkarıyor. Fakat hocaya göre "çocuklu dul kadına" âşık olmak günah. Ömer, "Sevmek günah olamaz kimse kimseyi aldatmıyor. Yalan söylemiyor. Neden günah olsun? Bunun nesi yanlış?" diye babasına karşı çıksa da bir kadının değerini bekareti üzerinden ölçen zihniyeti değiştiremiyor.
Gamze, ilk defa "kocacığım" dediğinde Bahadır ve Paşalı'nın bir gülüşmesi var ki işte o zaman ikili arasındaki muhteşem uyumu görüyoruz. İki bekar insanın gizli gizli evlenip gizli gizli tuvalette öpüştükleri mahalle, aşka ne kadar tahammülsüz: sevişmek "kirlenmek," evlenmek "halt yemek"…
Kar fırtınasında filizlenen aşk, ikinci sezonda yeşerecek mi? Farklı dünyaların insanları, heyecan bittiğinde bir arada kalabilir mi? Aşk, baharın gelmesi için yeterli mi gerçekten? Cannes Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ödülü alan gururumuz Merve Dizdar'ın oynadığı Nisa ve yakışıklı şefi arasında neler olacak? Cem Karcı'nın yönettiği ve senaryosunu Gülizar Irmak'ın yazdığı Ömer'in ikinci sezonunu merakla bekliyorum.
Naz Bulamur kimdir?Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı. Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur. Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor. |