Serdar Aydın'ın şiirinin yanı sıra Nilgün Marmara'nın halet-i ruhiyatına yaklaşımıyla da kaleme aldığı Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar sonunda okura yazarla diyaloga girebilmek için bir de adres içeren bir mektupla bitiyordu. Ve ben o kitabın sonuna yazılmış o mektubun yıllar sonra aslında neden yazıldığını anladım.
Bütün yalnızlıkların ilenci
Korusun çoğulluklarınızı
Cinnet koyun erdemin adını
Maskelerinizi kuşanıp
Yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin
Bu dizeler Serdar Aydın'ın okuduğum ilk dizeleri olmuştu. Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar adlı kitabında ana metinler arasında. Bu satırlar kitap okumayı bilmeyenler arasında kulaktan kulağa Nilgün Marmara dizeleri olarak yayılmıştı o yıllar. Doğrusu bu değildi ama. Serdar Aydın'ın 1997 yılında en genç okuru bendim sanırım. Henüz on bir yaşındaydım. Bugün hâlâ en doğru ve sağlam okumalarımı da o yaşımdaki akran ıssızlığıma borçluyum. Ve tabii Nilgün Marmara deyince akla gelen o tipik depresif kitlenin bir parçası sayılırdım da elbette. Fakat o bütünlüğünü parçalanmaya borçlu olan kitle ile hiçbir zaman duygusal yakınlığım olmadı. Çünkü iç sıkıntısıyla varoluş dertlerini ayırt edebilmiştim. Ben ölümü hâlâ aklımdan hiç çıkarmadım üstelik. Dünyanın gelip geçiciliğine Tanrı'nın varlığından çok daha fazla inanmıştım. Bir bakıma Nilgün Marmara'yı sadece şiiriyle ele alan ilk ve tek nitelikli kitap da bu kitaptı. Üstelik hiçbir ticari beklenti olmaksızın yazılmıştı. Ticari politikayı ve poetikayı birbirinden kesinlikle ayrı tutmayı başarmış bir kitaptı. İncecik bir kitaptı ve beni bir hayalet avcısı yapacak kadar da güçlüydü. İlk yıllar sahaflara düşen birkaç özel eşyasını tesadüfen bulup almıştım Nilgün Marmara'nın. Sonra el yazıları, sonra içinde Ece Ayhan, Ahmet Say, Cemal Süreya ve Nilgün Marmara'ya ait ses kayıtları olan bir küçük gizemli kutu. Meslek sırrı tabii, insan her şeyi nasıl elde ettiğini her yerde söylememeli. Sonra bu ses kayıtlarına yenileri de eklendi yıllar içinde. Birkaç parça giysi ve katlandıkça küçülen bir güneş gözlüğü ve sayısız fotoğraf… Ses kayıtlarını dinlediğim yıllarda (kısa kısa ses kayıtlarıdır) aslında şimdiye kadar kimsenin doğru bir profilden Nilgün Marmara'yı anlatmadığını, anlatamadığını gördüm, anladım. Nilgün Marmara uçların insanıydı elbette. Hayal ettiği dünya hiçbir zaman sığmamıştı yaşadığı ülkeye, şehre. Alıp başını gitme isteğine rağmen alıp da başını birden gidecek hiçbir yeri yoktu. Çevresindeki herkesin bu güzel ve zeki kadından her açıdan faydalandığı da bir gerçektir. 'Böyle biri nasıl bu kadar yalnız kalır' sorusu sorulursa eğer şunu söyleyebilirim iğrenerek: intiharından sadece bir gün sonra en yakın arkadaşının çekinmeden, içi sızlamadan çöküp çekmecelerine günlüklerini alması. Oysa günlük tuttuğunu da, şiir yazdığını da herkes biliyordu. Burada kastettiğim şey elbette şu; Nilgün zeki ve güzel bir kadındı. Üstelik genç. Keşfedilmeyi bekliyordu, fakat parlak fikirlerinin ve güzelliğinin yağmalanmasına daha fazla seyirci kalamamıştı. Ölümü sadece bir olgu olarak ele alan bilgelerin çoğu ne yaptıysa, o da onu yaptı sonunda. Beklentinin kollarından aşağıya bıraktı kendini. Serdar Aydın'ın şiirinin yanı sıra Nilgün Marmara'nın halet-i ruhiyatına yaklaşımıyla da kaleme aldığı Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar sonunda okura yazarla diyaloga girebilmek için bir de adres içeren bir mektupla bitiyordu. Ve ben o kitabın sonuna yazılmış o mektubun yıllar sonra aslında neden yazıldığını anladım. Kendini yok etmiş birini okuyan herkes kendini elbette böyle bir girişime hazırlıyor olabilirdi. Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar adlı kitabın sonunda okura yazılan o mektup yeni girişimleri engellemek üzere yazılmıştı aslında. Çünkü kırılmış bir insanı elbette aynı yerden, aynı biçimde kırılmış biri anlayabilirdi. Kimler kitabı sonuna kadar okudu bilmiyorum, ama ben bu kitabı sonuna kadar okuyanlardan biri olarak Serdar Aydın'la uzun yıllar ilk gençliğim boyunca yazışmış, bu süre boyunca onunla hiç yan yana gelmemiş ve bir gün birden bire kendimi çok iyi bir kitap olmasına rağmen on yıldan daha fazla bir süredir basılmamış kitabının yayıncısı ve editörü olarak onun karşısında bulmuştum. Yol Üstündeki Yazıcı - Ahmet Oktay Poetikası İçin Bir Yaklaşım.
Son on yıldan çok daha fazla bir süredir Türkiye'de pek çok alanda olduğu gibi Edebiyat alanında da pek az nitelikli poetik eleştiri ve kitap yayınlanmakta. Doğrusu bir şairin poetikası şöyle dursun üzerine basit bir yazı yazmak bile hiç kolay iş değildir. Gelgelelim yazılan metinleri yayınlamak meselesi de en az o metinleri yazmak kadar zor. Yol Üstündeki Yazıcı'nın ilk yayıncısı ve editörü olmanın benim için tek güzel anlamı Ahmet Oktay'ı ölümünden hemen evvel sevindiren bir şey olmuş olmasıydı. Yol Üstündeki Semender'i okuyan herkes bilir ki, Ahmet Oktay hiç kolay bir şair değildi. İdeolojik olarak da poetik olarak da. Ahmet Oktay huysuz tatlı bir ihtiyar olarak da pek kolay biri değildi. Aynı zamanda Harita Mühendisi olan Serdar Aydın'ın mühendisliğini Ahmet Oktay'ın şiiri, şahsiyeti ve edebiyatımızdaki yeri ve önemi üzerinde de ispat ettiğini söyleyebilirim kendi şahsi fikirlerime dayanarak. Bilim insanlarının sayılarla söylediği şeyleri şairler kelimelerle söyler. Derinlik de bir ilimdir. Ve bazen derinlik de insanı öldürebilir. Serdar Aydın bunu yapabilen pek az şairden biri. Üstelik bir sır gibi dolaşıyor aramızda. Kâinatta bir yıldız bir meteor olarak kendi yörüngesinde ne kadar yalnızsa insan da öyledir. Ta ki yörüngesinden çıkıp bütün dünyanın ve varlıkların hatta ışığın bile karşısında yalnız ve çaresiz kaldığı Kara Delik onu içine çekip yutana değin de bu böyle sürer. Uzun yıllar insanların bu görünen yalnızlılarına pansuman olmak denmez belki, ama yine de çareler olmaya kalkıştığım zamanlar yayınevlerinin basmaktan kaçındığı
"Dosya bitmişti ama kitabın basımı için yaklaşık sekiz yıl(!) yayımcı bekledim. O dönemlerde Ahmet Oktay'ın kitaplarını basan "büyük veya küçük" yayınevleri başta olmak üzere, hiç kimse ama hiç kimse bu dosya ile ilgilenmedi. Sanki bu bağlamda yüzlerce kitap yazılıyordu da, bu kitap fazla gelmişti "piyasa"ya? Oysa müstakilen bir şair ve poetikası için yazılmış ender, ayrıksı kitaplardan biriydi, Yol Üstündeki Yazıcı. Hele de o yıllarda… Eleştirinin, eleştirel düşüncenin üretilmediğinden şikâyet edilen ülkemizde, yapıtlarını bastıkları bir şair için yazılmış eleştiri kitabını basmak istemeyen yayıncılarımız da vardı çok şükür! Yıllar geçti ve sonunda yürekli bir editör, Ayfer Feriha Nujen, ortaya çıkarak bastı bu kitabı."
Yürekli bir editör, derken elbette beni de gururlandırmıştı. Yürekli derken 'cesur' demek istiyordu sanırım. Cesurdum tabii ya, yiğitliğime bok sürdürmezdim, sürdürmem de. Fakat bu bir vefa borcuydu benim için. 'Yürek' bana oldum olası bir kasap deyimi gibi gelmiştir hep. Çünkü 'yürek' bir kasap deyimidir, en çok da bu yüzden kalbimle yazıyorum bunları. Cesaretle değil; şefkatle, merhametle. Halden anlayan biri olmak hep daha huzurlu biri yapmıştır beni. Yol Üstündeki Yazıcı'yı yayınlandıktan kısa bir süre sonra türüne rağmen kısa zamanda tükenmiş, yeni baskıları yapılmıştı. Beni ne maddi ne de manevi açıdan hiçbir kayba uğratmadığı gibi iyi bir iş yapmanın gönül rahatlığına da ulaştırmıştı. Her şeyden öte bir yazarın emeğinin hakkı olan kamuya fikirsel ve sanatsal arzını açabilme imkânını vermiş olmanın mutluluğunu kazanmıştım. Bugün 'yine olsa yine yapardım' diyebileceğim kitapların başında gelir hep. Üstelik ben olmasaydım da olurdu. Çünkü o kitabın içinde Ahmet Oktay vardı. Toplumu asla yöneldiği kitaplar konusunda suçlayamam. Kişileri geliştirmek yerine körleştiren kitapları topluma sadece ticari kazanç ve hırslarla dayatan yayınevlerini ve editörleri de affedemem ama. İnsan ne kadar gelip geçiciyse, yazı bir kadar kalıcıdır bu evrende. Fakat bu yazma olayının bugünlerde ve bugünlerden sonra edebi ya da bilimsel her alanda ortaya bıraktığı pek çok şey uçucu bir madde gibi. Bir kalıcılığı yok. Elbette yazmak bir yazan için candan bile daha tatlıdır. Yoksa insanlar niçin hiçbir karşılık almaksızın yazmayı sürdürsünlerdi ki? Bunu ilk kavradığımda Ahmet Oktay'la bir pencereden denize doğru bakıyorduk. Ne kadar da gençtim… Eşi Ressam Tülay Hanım kahvelerimizin yanına naneli likör de koymuştu. İkimiz de çok hastaydık ve birimizin diğerinden önce öleceğini ikimiz de biliyorduk. Şöyle diyordu: Yazmanın bir
Serdar Aydın, bir şair ve romancı olmanın hep daha ilerisinde bir poetika yazarı olacaktır. Şiirleri her ne kadar Nilgün Marmara'nın şiirleriymiş gibi akıllara sirayet etse de. Geçmişe dair köklerini zaman geçtikçe daha derine indiren ve geleceğe dair umutsuzluğa hiç kapılmayan bir yazar olarak adını edebiyat tarihine yazdırmıştır da. Materyalist çizgide olmasına rağmen ciddi bir sanat anlayışıyla ılımlı bir pesimist olarak asla bir benzeriyle karşılaşılamayacağı da bir gerçektir. Son romanı Sevda ile Kara da bu çizgide vücut bulmuş ilk romanıdır. Bir yazarı tanımanın en kolay yolu yazdıklarıyla karakterini de ortaya koyduğu o doğru kitabı bulmakla mümkündür. İyi bir yazarı tanıma fırsatını o iyi yazarı kaybettiği gün tadanların acısını tatmış biri olmanın duygusuyla şunu kendimden çok emin bir biçimde dile getirebilirim, yazan biri ancak bu dünyayı ter ettiğinde gerçekten anlaşılır, sanılır. Hiç de değil! Bu büyük bir yanılgıdır. Çünkü en iyi, en anlaşılır yazar yazmayı sürdürüyor olandır. Serdar Aydın da her yazan kadar resimden müziğe şiirin kapsadığı her türde yazmaya saplantılı bir şair olarak kalacaktır daima.