Tüccardılar. Avrupa’nın ya liman ya da ırmak boylarındaki kentlerinde iş tutuyorlardı. Gemiler donatıyor ve uzak limanlara yelken basıyorlardı. Hindistan’ın baharatını, Çin’in ipeğini, Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarının şarabını, zeytinini, zeytinyağını, Marmara Adası'nın mermerini Avrupa limanlarına ve düzenli akan Batı Avrupa ırmaklarının oluşturduğu su yollarından anakaranın içlerine taşıyorlar ve lordlara, kontlara, feodal beylere iyi fiyatlarla satıyorlardı. Ticaret yoluyla ilk sermaye birikimi başlamıştı ve hızla kabarıyordu.
Toprağı sürmek için pulluk demiri, ürünleri taşımak için araba, araba tekerlekleri yapan, bitek vadilerde beslenen koyunların tüylerinden yün kumaşlar dokuyan zenaatkarlara toplu siparişler vermeye başladılar. Kendi adlarına ürettirdikleri bu “sanayi mallarını” anakaranın içlerine ulaştırıp yüksek kârlarla satıyorlardı. Ticaret sermayesinden sanayi sermayesi birikimi aşamasına geçilmişti.
Kasalarında çok paralar, özellikle altın sikkeler birikti. İyice yükünü tutanlar bankerliğe geçtiler. Finans sermayesi oluşuyordu. Gemi donatıp uzaklara yollayan tüccarlara kredi açmaya, köylülerin ürettiği ürünlerin bir kısmına el koyarak geçinen feodal beylere, prenslere, kontlara, hatta krallara da borç vermeye başladılar.
Borçlarını ödemeyen, dahası kendi egemenlik bölgelerinde satış için getirilen mallara el koymaya kalkan, kendi bölgelerindeki ticaretten yüksek ve keyfi vergi toplamak için zorbalığa başvuran derebeyleri, prensler, lordlar, kontlar, hatta krallarla yani aristokrasi denen ve kiliseyle kolkola siyasal ve ekenomik erki ellerinde tutan soylularla araları açıldı.
Kentlerde yaşıyor, ürettiriyor (Dikkat: Üretmiyor, ürettiriyor) ve gitgide ve hızla toplumun servet sahibi yeni sınıfını oluşturuyorlardı. Aristokrasiye bağımlı bir serf (=yarıcı, maraba, toprağa bağlı ama köle olmayan köylü) olmayı reddedip özgür yurttaş (=Bürger, citizen, citoyen) olma mücadelesi veriyorlardı. Tarih kitabı bu mücadelenin ilk zaferinin bugünkü Belçika’da, ırmak kenti Gent’te ve Orta Almanya’da, Main ırmağı üstündeki Frankfurt’ta kazanıldığını yazıyor.
Arkası çorap söküğü gibi geldi. Aristokrasi gerileyen, servet sahibi yurttaşlar (Burjuvalar) karşısında tutunamayan, dolayısıyla siyasal iktidardaki gücü de gitgide kırılan bir sınıftı artık.
Siyasal iktidar ilkin 1789’da Fransa’da yıkıldı. Yurttaşlar, aristokrasinin iktidarını alaşağı ettiler. Çok zor olmadı. Çok kanlı da olmadı.Aristokrasi zaten içten içe iyice çürümüştü. Sermaye sahibi tüccar, sanayici ve bankerler ise feedol zulüm ve mali baskıdan kurtulmak isteyen köylüleri ve kent yoksullarını da saflarına çekmeyi başarmıştı. Siyasal iktidar el değiştirdi. Adına Büyük Fransız Devrimi dendi. Bu sahiden bir devrimdi. İnsanlığı daha ileriye taşıyacak yeni sınıf (burjuvazi, kapitalist sınıf) siyasal iktidarı da ele geçirmişti.
1848’de ise sermayedar sınıflar bütün Avrupada iktidarları ele geçirdiler. O yüzden 1848’e “Halkların baharı” dendi. Kapitalist sınıf öncülüğünde ayaklanan halk kitleleri aristokrasinin egemenliğine bütün Avrupa ülkelerinde son verdiler.
Birbiri ardına “Ulus-devlet”ler kurulmaya başlandı. Fransa’da Frank, Breton, Korsa, Galya kabilelerini tek bir çatı altında buluşturmakta yarar ve çıkar vardı. Burjuvazinin iktidarı millet (=ulus) kavramını üretti. Bütün kabileler feodol kimliklerinden sıyrılıp Fransız milletini (=ulusunu) oluşturdular.
Almanya’da Hesse, Schawabe, Bayern, Sakson, Fallen, Pfalz gibi Germen kabilelerin paylaştığı topraklarda hepsini kucaklayan bir ulus doğdu: Deutsch (=Alman) ve bir ulus-devlet kuruldu: Deutschland…
Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa Anakarasında ardarda ulus-devletler oluştu.
“Önce uluslar oluştu, sonra ulus-devletler mi kuruldu” sorusu saçma. Herbiri ötekini etkileyerek birlikte tarih sahnesine çıktılar.
Nedir ulus-devlet ?
Aynı dili konuşan, aynı topraklar üstünde yaşayan, aynı kültürel ve tarihi köklere dayanan ve (başlangıçta tanım böyleydi) aynı ırktan oluşan insan topluluklarına ulus, bunların kurduğu devlete de ulus-devlet deniyor.
Bir ulus-devlet titizlikle denetlenen ve savunulan sınırlarla korunur. O sınırlardan insan ve ille de mal girişi çok sıkı kontrol edilir ve başka uluslardan kapitalistlerin mallarını getirip ulusal pazarda satmaları mümkün olduğunca engellenir. Bu bazan milli olmayan mal girişinin yasaklanmasıyla, ama çoğu kez gümrük duvarları ve gümrük vergileri ile sağlanır; yabancı ulustan kapitalistlerin rekabet güçleri milli pazarda zayıflatılır. Pazar darlığı çeken başka ulus-devletlerin olası saldırılarına karşı milli ordular beslenir ve bu milli ordular üstüne kahramanlık destanları düzülür. Oysa o orduların temel görevi milli sınırlardan yabancı malların ve etkilerin izinsiz sızmasını önlemektir.
Ulus (millet) ve onu besleyip geliştirecek milliyetçilik ideolojisinin ve o ulusun ekonomik, siyasal, kültürel egemenlik hakkını kullanma aygıtı olan ulus-devlet’in kısa ve özet ve ister istemez kabalaştırılmış ancak yanlış olmayan öyküsü bu kadar.
Milliyetçi ideolojilerin “Ezelden beri vardık ebediyete kadar da var olacağız” palavralarına bakmayın. Millet (=ulus) denen sosyolojik kavramın ömrü topu topu 250, bilemedin 350 yıl öncesine dayanıyor.
Sözün özü: Ulusları kapitalizmin gerekleri doğurdu, ulus-devletleri kapitalist sınıflar kurdu.
Ulus-devlet(ler)i kimin kurduğunu aklımızın erdiği, dilimizin döndüğü kadar anlattık da kimin yok ettiğine gelemedik. Çünkü yer kalmadı.
Onu da yarın yapıp bu uzamış diziyi noktalayalım e mi ?