Aydın Engin

14 Haziran 2010

'Oturan Boğa' Benim

Taşı dört defadan fazla sektirince kendi kendimi alkışlıyorum, sonra da “Bir gören var mı acep beni” diye çevreye bakınıyorum...

Siz bu yazıyı bugün (Pazartesi) okuyorsunuz ama, sanırım benim pazar günü bilgisayarın başına çöküp okumakta olduğunuz Tırmık’ı döktürdüğümü de biliyorsunuz.
Bir internet gazetesinde çalıyor olmama, öyle gazete ofisine gitmeme filan gerek olmadığına göre pazar gününün benim için öteki günlerden bir farkı olmaması gerek. Ama var. Yılların alışkanlığı herhalde.
Bugün (Pazar) tatil.
Hani köşe yazarlığının ağır topları son yıllarda yazılı olmayan bir kural icat ettiler ve “Pazar günleri hafif  yazılar yazılır, uçucu konulara değinilir” gibisinden bir yol tutturdular ya benim öyle bir derdim de yok, niyetim de yok. Benimki bal gibi tatil gününün hafifliği, hiç olmazsa haftada bir gün, ağır konulardan –mesela siyasetten - uzak kalma isteği...
Cem Dizdar’ın T24’teki son yazısını okudunuz mu? İşte beni alıp götüren o yazı oldu. NTV’de kapı yoldaşlığı yaptığım Adnan Bostancıoğlu ile bir arkadaşı Amerika Birleşik Devletleri'ni neredeyse baştan sona katetmişler. 5 bin kilometre yol yapmışlar. Bu geziye Cem Dizdar da katılacakmış ama uçak korkusu yüzünden İstanbul’da kalmış (Bu arada: Yuf ona! Bir de delikanlıyım diye ortalıkta dolanır. Delikanlı adam korkar mı?). Adnan oradan kartpostallar atmış ve o kartpostallar Cem’i derin felsefi düşüncelere ve siyasal-ideolojik sonuçlara kanatlandırmış...
Bense 5 bin kilometreyi kendim yapmışım gibi ürperdim. Şu dünyada - yaşasın bizim meslek - gitmediğim anakara, görmediğim ülke hemen hemen kalmadı (Antartika’yı görmedim).
Gezmek lafının kendisi bile beni yoruyor...
O yüzden “Oturan Boğa”da beni etkileyen onun “oturması”. Oturmayı seviyorum; süzülen ve durmaksızın gökyüzünde büyük halkalar çizen martıları gözlerimle durmaksızın izleyip hiçbir şey düşünmeden oturmayı seviyorum ve mutluluk olduğunu sandığım bir duygu beni sarmalıyor...
Çok oturmaktan yorulup iki adım ötedeki köye inip, çınarların altında çoğu balıkçılık yapan arkadaşlarımla “adaçayına” ve kıran kırana okey oynamayı seviyorum ve mutluluk olduğunu sandığım bir duygu beni sarmalıyor...
Her türlü hilenin, çaktırmadan yanındakinin eline bakmanın, okey çalmanın, el bitmediği halde bitmiş gibi ıstakayı devirmenin serbest olduğu oyun sırasında “Aydın Engin memlekette ve dünyada bunca yakıcı sorun varken sen burada böyle saatlerce...” diye başlayan iç hesaplaşmalar benden uzak.
Deniz kıyısına inip, çocukluğumu yeniden yaşarcasına saatlerce değilse bile dakikalarca kendi kendime denizde taş sektirmece oynamayı seviyorum. Taşı dört defadan fazla sektirince  kendi kendimi alkışlıyorum, sonra da “Bir gören var mı acep beni” diye çevreye bakınıyorum. Neme gerek “Gazeteci kafayı sıyırmış” filan derler...
Yani ben artık yoruldum; gezmek değil oturmak istiyorum ve o yüzden asıl “Oturan Boğa” benim.
*    *    *
Yazının gelişinden ve buraya kadarki bölümünden çoğunuz anladı sanıyorum: Marmara Adası'ndayım.
Hayır tatil filan değil. Ben yılın beş-altı ayını bu adada geçiriyorum. İnternet icat edilmeden önce, yazıları jandarma telefonunda rica minnet geçebildiğim günlerden beri bu sessiz ve sessizliğin sesini dinleyebileceğiniz Ada benim iki evimden biri oldu.
Ve bütün günlerin ötekilerden hiçbir farkının olmadığı bu Ada’da yine de pazar günü bana tatilmiş gibi geliyor ve o yüzden böyle hafif, uçucu bir yazı çıktı...
Hoşgörün e mi?